Ahlat Ağzı Sözlüğü
Aaha: Ne oldu şimdi anlamında bir ünlem.
Aba: Abla.
Abalamah: Bebeği yatırırken uyuması için el ile sırtını ovalamak.
Abaniye: Erkeklerin eskiden kullandıkları bir tür başlık.
Abas: Ahlat ağzında Abbas ismi.
Abasli Bulaği: Ahlat’ta eski bir çeşme adı.
Abdesthana: Lavabo, tuvalet, abdest alınan yer.
Abdurrahman Gazi: Ahlat’ta bir türbe adı.
Abe: Ağabey.
Abeme söliyem: Konuşurken gerekli kelimeyi bulamayan kimsenin kullandığı bir söz.
Ablo: Abla.
Abo: Anne.
Abrul: Nisan ayına denk gelen bahar ayı.
Abur: Gurur.
Abursuz: Onursuz, utanmaz, hayâsız.
Abut: Büyük adım.
Ac etmeg: Çocuklara dövmek anlamında söylenen bir ünlem.
Ac ol: Acıkmak.
Ac: Aç, açlık.
Acans: Haber.
Aceb: Acaba.
Acem Kuşaği: Ahlat’ta İran menşeili bir tür kumaştan yapılan erkeklerin kullandığı bir tür kuşak.
Acep arbed: Çirkin, kötü, beğenilmeyen.
Acep olmak: Ele güne rezil olmak.
Acep: Acayip.
Acı gıcı vermeg: Kıskandırmak, sinirlendirmek.
Acıcıh: Azıcık, küçücük, pek az.
Acığ etmek: Küsmek.
Acıği dutmah: Sinirlenip, öfkelenmek.
Acıği gelmek: Acımak, üzülmek.
Acışmah: Sızlamak, için için acımak.
Aci: Acı, acımak, merhamet etmek.
Acinnan ölmek: Açlıktan ölmek.
Acobelek: Türlü uyumsuz karışık renkli.
Açilmah: 1-Kendini rahatsız eden bir konuyu başkasına söylemek. 2-Gölde kıyıdan uzaklaşmak.
Adabağ: Eskiden Ahlat’a bağlı şimdilerde ise Tatvan’ın bir köyü.
Adamagilli: Doğru dürüst.
Adamboyi: Normal boyutlardaki insan boyu için kullanılır.
Aded: Görenek, adet.
Adım Deresi: Ahlat’ta bir yer adı.
Addım bıddım keleledim kesdim: Ahlat’ta çocuk oyunlarında bir sayışmaca.
Ad koşmah: Lakap takmak.
Adrese: Adres.
Adrişah Ağa: Bir masal kahramanı.
Af Buyurun: Affedersiniz.
Afad: Afet, felaket.
Afalamah: Geçici olarak bir an şaşırmak.
Afedersen: Görgü kurallarına ters düşüldüğünde söylenen bir söz.
Afiyed ola: Bir dilek sözü.
Aft: Ağız içinde çıkan uçuk, yara.
Agoz: Saban ve Pulluğun tarla sürülürken oluşturduğu iz, çizgi.
Ağ Mahmut Baba: Ahlat’ta Mezarı olan ulema yatır adı.
Ağ: Ak, beyazlaşmış.
Ağa: Köy zengini, toprakları olan.
Ağağ: Eskiden Ahlat’a bağlı olan şimdilerde Tatvan’a bağlı bir köy.
Ağar: Ekinlerin olgunlaşması.
Ağaran: Süt ve süt ürünleri.
Ağarmış: 1- Yetişmiş, olgunlaşmış. 2-Güneşten rengi atmış.
Ağaş: Ağaç.
Ağarti: Karanlıkta tam seçilemeyen.
Ağbağ: Ahlat’ta bir yer adı.
Ağbet: İyi hayırlı son, sonuç, akıbet.
Ağcaören: Akçaören adıda verilen asıl adı Akçaviran olan Ahlat’ta eski bir köy adı.
Ağdaş Çeşmesi: Akdaş mevkisinde bulunan bir çeşme adı.
Ağdaş: Ahlat’ta bir mevkii adı.
Ağıd: Acıklı türkü, ağıt.
Ağır aziz: Ağır ağır, yavaş yavaş.
Ağır gelmek: Yapması zor gelmek.
Ağır görme: Evlenen taraflardan erkek tarafının değerli hediyelerle gelin evine ziyareti.
Ağır nişan: Hediyesi değerli ve bol nişan.
Ağız atmah: Laf atmak.
Ağız burun eğmek: Bir şeyi fazla beğenmemek.
Ağız burun etmek: Bir şeyi fazla yapmak istememek.
Ağız yaslamah: Konuşmasını taklit etmek.
Ağız: Sefer, kere, kez, defa.
Ağlağan: Mızmız ,sulugöz.
Ağu: Zehir.
Ağuz: Doğum yapmış ineğin ilk sütünden yapılan bir tür ikramlık yemek.
Ağzı dili getmeg: Konuşamaz olmak.
Ağzına bağız: Tümden ve sonuna kadar dolu.
Ah ah: Sesin tonuna göre pişmanlık, öfke, özlem, beğenme, sevgi vb. duygular anlatan söz.
Ah çegmeg: İçinden ah geçirmek.
Ah vah etmeg: Pişman olacaksın anlamına gelen bir deyim.
Ah: Akmak.
Aha: İşte.
Ahali: Toplum, halk.
Ahanda: Hemen, burada.
Ahcik: Ermeni genç kız.
Ahd vehd etmeg: Söz vermek.
Ahğiri: Gelecek, sonunda.
Ahır terkisi: Küçük ahır.
Ahıt: Akıtmak.
Ahızarlık: Yokluk, yoksulluk, perişanlık.
Ahlad: Ahlat ilçesi (Bitlis ilinin ilçesi).
Ahlat Daşi: Volkanik özellikler barındıran kolay işlenebilen özelliği ile tanınan inşaatlarda kullanılan taşın adı.
Ahsata yap: Alışveriş yapmak.
Ahşam: Akşam.
Aht etmek: Söz vermek vaat etmek.
Ahtarmah: Onarmak, tamir etmek.
Ahuzar: Eziyet.
Aj koy: Aç koymak.
Aj: Aç.
Ajlıh: Açlık.
Akıt: 1-Selçuklu Mezarlığımdaki toplu mezarlar. 2-Taş kemer, kubbemsi taş tavan.
Aklıni atmah: Delirmek.
Akkıli başınnan gitmeg: Kendini kaybetmek.
Akkıli ermeg: Anlamak ve çözmek.
Akkıli kesmeg: Farkına varmak.
Akrak: Ahlat’ta eski bir köy adı.
Akuga: Su ayağı, evden çıkan suyun duvar veya temele zarar vermasini önlemek için yapılan boru, künk.
Al: Hile.
Alabroz: Bir saç traşı şekli.
Ala çapah: Toz şeklinde ince ve hafif yağan kar.
Alaca: Ucuz kaba kumaş.
Alacalı bulacalı: Çok karşık renkli.
Alagadar: İlgili, alakalı.
Alahar: Az pişmiş, yarı suyunu çekmiş, yarı kızarmış, yarı kurumuş nesne.
Alahop: Kıyamet.
Alakır: Ahlat’ta bir köy adı.
Alasan: Al işte ne olacak şimdi manasında bir şaşırma ünlemi.
Alat: Çaya karıştırılarak içilen bir baharat karışımı.
Alav: Alev.
Alavat: Çirkin, bozuk.
Alçah: Alçakta olma hali.
Aldeste: Ahlat’ta bir mevki adı.
Aldım arhama: “Sırtıma aldım” söz grubunun Ahlat ağzı kullanımı.
Alel usul: Kural, kaideye uygun şekilde.
Alemyon: Alüminyum.
Alengirli: Karmakarışık, anlaşılmayan.
Alevat: Çirkin,güzel olmayan.
Alınlıg: Kadınların alınlarına taktıkları altın veya gümüşten süs eşyası.
Alıp: Almış.
Ali cıngır ocağı: Karışık, karman çorman, dağınık.
Alil: Hastalıklı, sakat.
Alimoğlu Kümbeti: Ahlat’ta tamamlanmadan yarım bırakılmış bir kümbet adı.
Alizer: Yavaş, bıkkın, usangaç.
Allah evün yapa: “Sen ne diyorsun?” Anlamında bir deyim.
Allah her etsin: “Allah hayırlı kılsın.” Anlamında bir dua sözü.
Allah işin rast getire:” Allah işinde salim olmanı sağlasın.” Anlamında bir dua sözü.
Allah pullah: Altüst olmak.
Allaha sığınmışıh: Ahlat ağzında bir dua sözü.
Allahhisen: “Allahı seversen” anlamında kullanılan bir söz.
Alli pulli: Süslenmiş.
Alma: Elma.
Almas: Elmas.
Alnın çatı: Alnın üstü.
Alt etmeg: Yenmek.
Alül: Akılsız.
Alül olmah: Akıl başından gitmek.
Alver: Alışveriş.
Amalet: Ameliyat.
Amanat: Emanet.
Amarat: Değerli eşya, mücevher.
Amarika: Amerika Birleşik Devletleri.
Amel: İsal.
Ameliye: Amale ücreti.
Amol: Kotana zincirle ilk bağlanan öküz.
Anac koyun: Sağılan koyun.
Analığ: Üvey anne.
Anane: Gelenek.
Anda anda: Ondan sonra.
Ander hırço: Köpeğe verilen bir isim.
Ander: Sahipsiz, uğursuz mal.
Andır: Hatırlatmak.
Angırmak: Eşek hayvanının bağırışı, anırmak.
Ankıldamak: Yüksek sesle bağırmak.
Anna: Anla.
Annad: Anlat.
Annaş: Anlaşmah.
Ano: Anne.
Anor: Onur
Anorli: Onurlu.
Antrapot: İnsana benzeyen, insanı andıran, insansı.
Apah: Bembeyaz.
Aparmak: Götürmek
Apo ye: Yemek ye.
Apo: Yemek
Appo: Eskiden şehir dışından, sebze ve meyve kurularını at ve eşeklerle Ahlat’a getirip satan kişi.
Aradam: Sabanın toprağa giren dip kısmı.
Ara ebesi: Ebelik yapan mahallenin yaşlısı.
Arağzet: Sabanda iki arehi birbirine bağlayan ağaç parçası.
Araba koş: Arabayı hazırlamak.
Aralıhli: Aralıklı, seyrek.
Arap Baba: Ahlat’ta Mezarı olan ulema yatır adı.
Arayıp daramah: Her yeri aramak.
Ard: Arka.
Ardıma: Arkama.
Areh(ğ): Öküzlere boyunduruk bağlanan yer.
Arh: Sebzelerin su içmesi için açılan toprak su kanalı.
Arha: Arka.
Arhadaş: Arkadaş.
Arıh: Zayıf.
Arık: Öküz arabasında Boyunduruğa uzatılan uzatma ağacı.
Arınbağ: Toprak damın üst ve yan kenarları.
Arınpak: Tavan yüzeyi.
Arıstak: Ev yapılırken evin tavanındaki kerestenin arasına konan tavanın yükünü çeken ağaç.
Arih: Öküzlere boyunduruk bağlanan yer, hayvanların koşulduğu okun arabaya bağlı olduğu çatal kısım.
Arir: Arıyor.
Ariyet: Ödünç verilen.
Armud: Armut.
Arsak: Tavan.
Arş: Göğün en yüksek katı, sonsuzluk.
Artıh: Artık, bundan böyle.
Artımli:Bereketli artmış olan.
Artla: Temizle, seç, ayıkla.
Artlanmah: Ayıklanmak.
Artuğa: Yağlı hamur.
Arvad: Evli kadın, eş.
As: Dal.
Asalat: Asalet, asillik.
Asan: Kolay.
Asda asda: Yavaş yavaş.
Asda: Yavaş.
Asgerden gelmeg: Askerliği bitirmek.
Asgere getmeg: Askere gitmek.
Asgeriye(Askerye): Askerlikle ve askeri işlerle ilgili teşkilat.
Asgerlig yapmah: Asker olmak.
Asgırıh: Hapşırmak.
Aslan: Ahlat’ta Öküzlere verilen adlardan biri.
Asma kesme oyunu: Evlerde eğlenmek için oynanan bir tür iddia oyunu.
Asri: Sosyete.
Asuman: Gökyüzü.
Asortik: Zenginlerin giyimine ve yaşama biçimine özenen,sosyetik.
Aş: 1-Yemek. 2-Geçmek. 3-Açmak.
Aşlamah: Yemeğe su katmak.
Aşna fişne: Sevgili olma, oynaşma.
Aşuğ: Oyunuda oynanan büyükbaş hayvanların ayak bileği bağlantı kemiği.
Aşur ayi: Muharrem ayı.
At oynatmak: Boş durmuyorum çalışıyorum anlamında bir Ahlat deyimi.
Ataş: Ateş.
Atım: Adım.
Avar: Bostan.
Avar avar: Ekinin döven altında yavaş yavaş ezilip başağından ayrılması.
Avara: Kötü malzeme, özensiz yapılan.
Avel: Hiçbir şeyden anlamayan, aptal aptal dolaşan sersem. Bön, avanak, şaşkın.
Avelik: Tohumundan yemek ve ekmek yapılabilen yaprakları geniş çayır bitkisi.
Avsun: Telkin, tesir, nuska.
Avuldamak: Köpeklerin acılı uluması.
Avurt: Yanak boşluğu.
Avuş: Avuç.
Avuşdurmak: Ovalamak, ovuşturmak.
Avzot: Ahlat’ta eski bir köy adı.
Ayağa Gelmeg: Eskisinden daha kötü duruma düşmek.
Ayağiya gah: Ayağa kalkmak.
Ayah Tikmeg: Çelme takmak.
Ayahça: Basamak, yükselti, merdiven.
Ayahda durmak: Durmak, beklemek, dikilmek.
Ayan: Açık.
Ayıh: Uyanık.
Ayıhmah: Birdenbire aklına gelmek.
Ayılmah: Uyanmak, kendine gelmek.
Ayım bayım etmek: Ayılıp bayılmak.
Ayım bayım olmah: Şaşkına dönmek şaşırmak.
Ayın ondördü: Çok güzel kadınlar için kullanılan bir deyim.
Ayilmah: Kendine gelmek.
Ayle: Aile.
Ayn el Huri Çeşmesi: Ahlat’ta Harabeşehir mahallesindeki uğurlu olduğuna inanılan çeşme.
Aynelyakin: Gözün gördüğü yakınlık.
Ayran aşi: Ayran, dövme ve kabaktan yapılan bir Ahlat yemeği.
Azad Kavah: Ahlat’ta bir mevki adı.
Azapağalari: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Azaplar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Azat Kavak Baba: Ahlat’ta Mezarı olan ulema yatır adı.
Azemetli: Yüksek, ulu.
Azezul: Yaramaz.
Azık: Yemek torbası.
Azıdmah: Abartılı hareketler yapmak.
Azmah: Kabarmak, taşmak.
Aznif: Bir tür domino oyunu.
Ba ba: Şaşma, korku, pişmanlık, beğenmeme, öfke acıma ünlemi. (Genelde başa vay kelimesi getirilerek kullanılır.)
Baba tutasan: “Hasta olasın” anlamında bir Ahlat deyimi.
Babaigit: Cengaver, babayiğit.
Babbori: Düğünlerde oynanan bir halk oyunu.
Babo: Bir şaşırma veya babaya seslenme ünlemi. (“Vay babo” anlamında.)
Bac: Osmanlı İmp. döneminde Sahil Kalesi yakınından geçen gemi veya teknelerden alınan vergi.
Baci: Kız kardeş.
Badılcan: Patlıcan.
Bağ: 1-Deste, demet, ot destesi. 2-Meyve veya sebze bahçesi.
Bağdaş kurmah: Bir oturma şekli.
Bağır: 1-Göğüs, koyun 2-Yüksek ses çıkarmak, bağırmak.
Bağırdah: Beşikteki çocuğun yorganının üstüne bağlanan ve çocuğun düşmesini engelleyen kuşak.
Baği: Bağlama ipi.
Bağri yuha: Yufka yürekli.
Bağvanci: Bahçıvan.
Bah: Bakmak.
Bahali: Değeri ve ederi yüksek.
Baham: Bakalım.
Bahana: Bahane, bir şeyin gerçek sebebinin gizlenerek ileri sürülen uydurma sebep.
Bahça: Bahçe.
Bahçe: Ahlat’ta bir köy adı.
Bahdavar: Talihi açık olan, bahtiyar, mutlu.
Bahımından: Bakımından.
Bahır: İlkbahar.
Bahırın: Bahar zamanı.
Bahir: Bakıyor.
Bahre: Balta.
Bahtsız: Şanssız, talihsiz.
Bakkala ağaci: Fasulye sırığı, baklanın sarılıp büyümesi için kullanılan kuru ağaç sapları.
Bakkala: Fasulye, bakla.
Bakkalali pilav: Bulgur ve bakla ile yapılan bir tür Ahlat pilav yemeği.
Bala: Küçük bebek.
Balalamah: Yavrulamak. (Kedi, köpek vb. hayvanlar için kullanılır.)
Baldır bacah: Bacağı açık görünen.
Baldız: Erkeğe göre eşinin kız kardeşi.
Balıh: Balık.
Bana: Hayvanları yarı yarıya satma işi.
Bannamak: Ötme, kümes hayvanlarının ötmesi.
Bap: 1-Denk, akran, uygun, eş. 2-Zaman, bölüm.
Bar bar: Çok kalın sesle bağırmak.
Bar: Ağaçların ve meyvelerin çiçeklenmesi. (Bar vermek.)
Barambar: Beraber, birlikte.
Barh: Ev.
Barim: Hiç olmazsa.
Bark: Ev, arsa, bahçe, bağ.
Barmah bebegi: Parmak ucu.
Barmah gıjlat: Büyük şaşkınlığa uğratmak, parmak ısırtmak.
Barmah kümbet: Ahlat’taki kümbetlerden biri.
Barmah: Parmak.
Barzon: Süt, ayran, peynir süzmek için ince bezden yapılan süzgeç.
Basarat: Muhakeme gücü, gerçeği görme yeteneği, basiret.
Basma: Üzerinde renkli baskılar bulunan bir tür pamuklu kumaş.
Basra: Yaprak biti.
Bastıh: İnce pekmez kurusu, pestil.
Baş başa vermek: Birlikte düşünmek.
Baş efendi: Başçavuş.
Baş ermeg: Sonuca varmak.
Baş gelmek: Birinci gelmek, başta olmak.
Baş göz etmek: Evlendirilmek.
Baş katıp: Baş memur, şef.
Baş koşmak: Öne çıkarmak, ön ayak olmak, işi üstüne yıkmak.
Baş köşe: Oturulacak en değerli en önemli yer.
Baş mahal: Baş yer.
Baş vermek: Bulunduğu yerden çıkmak (“Yeni çimenler baş vermiş.”)
Baş vurmah: Müracaat etmek, uğramak.
Baş: Adet, tane, sefer, kez, başlangıç, lider, baba, reis, kafa.
Başa atmah: Bir işi bitirmek.
Başa baş: Eşit, berabere.
Başa çıkmah: Başarmak.
Başa kahinci: Yaptığı iyiliği sürekli söylemek.
Başak: Cevizler dökülüp toplandıktan sonra ağaçta kalan son cevizlerin dökülmesi.
Başan vay töküle: Başına kötü işler gelsin anlamında bir Ahlat ilenme sözü.
Başaşaği: Yokuş aşağı, aşağı doğru.
Başbaş: Çocuklar için söyletilen hoşçakal anlamında bir ünlem.
Başbaşi: Buğday, bulgur kalbur ile elendikten sonra üstte kalan kabuk, közer ve çöpler.
Başda: İlk önce.
Başetmek: Zorlukların üstesinden gelmek.
Başga: Başka.
Başgıltıh: Karyolanın başucu.
Başı büyük: Şansız, talihsiz, her olumsuz şeyleri yüklenilen kişi.
Başı çekmek: Önayak olmak.
Başı darda kalmah: Paraya ihtiyacı olmak, zor durumda olmak.
Başı derde girmek: Bir olaya karışmak.
Başı yumuşak: İyi niyetli, uyumlu.
Başım gözüm üsdüne: İsteğin memnuniyetle yerine getirileceğine dair söylenen söz.
Başın gözün sadakası: Gönülden ve içten gelerek sağlığın için.
Başın yarma: Kafasını kırma.
Başına gel: Hayatında geçen olaylar. (“Başına gelmedik kalmadı” anlamında.)
Başını batırmah: Başını suya daldırmak.
Başını küllemeg: Yok etmek, öldürmek.
Başıni çevirmeg: Görmezden gelmek.
Başınnan atmah: Kovmak.
Başınnan savmak: Kandırıp yanından göndermek.
Başibağlama: Evlenme.
Başibağlica: Kertenkele.
Başiboş: Boş gezen aylak, sahipsiz.
Başibozuh: Başta kimsenin olmaması, kuru kalabalık.
Başkatıp: Bir resmî dairede veya kuruluşta çalışan kâtiplerin başı, başyazman.
Başlıca: Boğazına kadar.
Başlıh kur: Tandırın daha iyi alevlenmesi için tezeklerden dizi yapmak.
Başlıh: Evlenecek erkeğin kız tarafına verdiği para, mal veya ziynet eşyası.
Başli başli: Dolu dolu, fazla fazla. (Sıvı veya buğday ürünleri için kaptan veya ölçekten taşan manasında.)
Baştan ayaği: Yukarıdan aşağıya.
Baştan çıhma: Ahlakı bozulma.
Baştan savma: Bir işi doğru düzgün yapmamak, üstünkörü.
Baştaşi: Binanın ilktaşı, ölünün baş tarafında bulunan mezartaşı.
Başyuhari: Yokuş yukarı, yukarı doğru.
Bat: Tandır yaparken kullanılan bekletilmiş uzun kütleler haline getirilmiş çamur.
Batal olmak: Bozulmak, kaybolmak, iptal olmak.
Batanye: Battaniye.
Batdal: 1-Kullanılmaz durumda olan, işe yaramaz, işlemez. 2-Boyutça alışılmış olandan, olağandan büyük.
Bati: Batı.
Batlah: Sazlık, bataklık, çayırlarla kaplı bataklık.
Batti balıh: Olan oldu, işler kötü gittiğine göre artık istenildiği gibi davranılabilir.
Bay olmak: Zengin olmak.
Bay: Zengin.
Bayah: Şimdi, demin, bu vakit, az önce.
Bayındır Kümbeti, Köprüsü ve Camiisi: Ahlat’ta tarihi kümbet,cami ve köprü adı.
Bayrah: Bayrak.
Bayrolar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Bazarbaşi: Ahlat’ta bir mevki adı.
Bazarlıh: Pazarlık.
Be ne: İşte öyle.
Bebaht: Vefasız, şanssız, bahtsız.
Becit: Lüzumlu, gerekli, önemli, acele.
Beçara: Dermanı olmayan, çaresiz, biçare.
Bedasıl: Asaletsiz nankör kıymet bilmeyen.
Bedavha: Bedava, parasız.
Bedel ol: Kurban ol.
Bedeet: Kötülük düşünmek.
Beden: Kale duvarı.
Bedirhana: Değirmende dövme veya bulgurun dövüldüğü yer.
Bedlam: Kötü.
Bedlam etmek: Kötü duruma sokmak.
Bedre: Alüminyum su kovası.
Bedüa tökmeg: Beddua etmek.
Beezen: Bazen.
Beezi: Bazı.
Beg: Bey, amir ya da kumanda eden.
Beglerbegi: Beylerbeyi, Osmanlı zamanında bir şehir idarecisi unvanı.
Beğsimkere: Değişik zamanlarda, yerlerde.
Beke: Belki.
Bekez kalmah: Kimsesiz bir biçimde kalakalmak.
Bekez: Kimsesiz.
Beki: Belki.
Bekik: Boğmaca.
Bekmez: Pekmez.
Bel baği: Gelin kızın evinden çıkmadan önce gelinin bir yakını tarafından beline bağlanan kırmızı kurdele.
Bel: Toprağı havalandırmak için kullanılan küreğe benzer bir tarım aleti, düz kürek. 2-Sırtın aşağı bölgesi.
Bela ohumah: Beddua etmek, kargış dökmek, ilenmek.
Belangaz: Zavallı, gariban. Sesi soluğu çıkmayan.
Bele: Böyle.
Belek: Alacalı karışık renkli.
Beleliknen: Böylelikle.
Belini vermeg: Dayanmak, yaslanmak.
Bellöh: Pörtlek göz için söylenen bir Ahlat yakıştırma sözü.
Bemal: Evsiz.
Benava: Aptal.
Bend: Su kanalı, su arkı.
Bendeke: Kuzuya verilen otun bağlandığı alet.
Beradayi: İşe yaramaz.
Beravi: Ayı gibi, kaba, anlayışsız.
Berelmeg: Gözlerin uyuklama hali.
Berember: Beraber, birlikte.
Bergen: Erik, kayısı açma, yarma işi.
Bergon: Bahçe duvarının üstü.
Berhana: Ot toplama mevsiminde geçici olarak kurulan sığınak. Yazın yapılan derme çatma yayla evi.
Berhudar: Mutlu ol anlamında iyi dilek sözü.
Beroç: Yamaç, meyilli arazi.
Bervar: Eğri büğrü yol, patika.
Beşig: Beşik.
Beşler: Ahlat’ta bir mevki adı.
Beşşo: Alacalı ineklere takılan lakap, isim.
Bet: Kötü.
Beteşe: Oldukça yavaş, ağır.
Bevvap: Odacı, hizmetli.
Beyit: Anlam bakımından birbirine bağlı iki dizeden oluşan şiir parçası.
Beyurd: Yurtsuz kalmak, evi dağılmak, harabe olmak.
Bez: Pamuklu kumaş parçası.
Bezemeg: Süslemek
Bezirgan Çorbası: Bir Ahlat çorbası.
Bezirgan: Uzun mesafeli ticaretle uğraşan insanlara verilen ad.
Bezirhan: Değirmen taşı.
Bezirhana: Değirmen.
Bıcırgan: İnsan ve Hayvanların el ve ayak eklemlerinde pislik nedeniyle oluşan sulu yara.
Bıdık: Küçük.
Bıjık: Nanik. (Olmaz, hayır manasında olumsuzluk bildirir.)
Bıjıldamak: Gözlerin parlaması, aydınlanması.
Bıldır: Geçen sene.
Bılok: Dışarıya fırlamış göz, pörtlek göz.
Bırah: Bırakmak, salmak.
Bıt bıt etmek: Çok konuşmak, söylenmek.
Bıt: Nokta, benek.
Bıtbınık: Benekli. Benek, benek olan.
Bıttım: Yabani fıstık bitkisi.
Bızav: İnek yavrusu, buzağı.
Bızavburni: Bahçede sebze fidelerini yiyen, toprağı burnuyla oyan akrep büyüklüğünde bir böcek.
Bi baş: Doğrudan, dosdoğru, ilk önce.
Bi batman: Eski bir ağırlık ölçüsü (9 okka=11,5 kg).
Bi bişirimnik: Bir öğünlük yemek yapacak kadar, bir yemeklik.
Bi cıcık: Bir miktar.
Bi çalım: Bir yan, bir taraf.
Bi çeynem: Bir parça, bir lokma, bir çiğnemelik.
Bi çignemlik: Bir çiğnemeklik et parçası.
Bi gıdık: Birazcık, küçücük, azıcık.
Bi gıdım: Bir yudum.
Bi haşem: Birçok.
Bi kırtık: Bir parça.
Bi nebze: Biraz, birazcık.
Bi ol: Bir olmak, bir araya gelmek.
Bi tene: Bir adet, bir tane.
Bi zeman: Bir zaman bir vakit.
Bi: Bir.
Bibi: Hala.
Bibiç: Düdük.
Bicek: Zamanından önce doğuran inek.
Biçmeg: 1-Ağaçları bölerek kereste haline getirmek. 2-Ot biçmek, buğday biçmek.
Bide: Birde.
Bidlizli: Bitlisli.
Biğaş: Birkaç.
Bihari: Soba bacası.
Biher: Hayırsız, bir hayrı olmayan.
Bihri: Oda içindeki soba bacası girişi.
Bikaş: Birkaç.
Bileci: Beraberce, birlikte.
Bilev: Bileme taşı
Bilor: Kaval.
Bir halli pir halli: Bunun gibi işte böyle anlamında bir deyim.
Birbiri: Karşılıklı iki kişi.
Birez: Biraz.
Biri birine düşmek: Kavga etmek anlamında bir deyim.
Birle: İle anlamında bir bağlaç.
Bisaç: Ahlat’ta iki yaşına giren dişi koyuna verilen ad.
Biş: 1-Ekin, ot vb. ’in orakla, tırpanla, makine ile kesmek, biçmek. 2-Pişmek.
Bişe: Bir şey.
Bişirmek: Pişirmek.
Bişmek: Pişmek.
Bit: 1-Bitmek, sona ermek. 2-Parazit böcek.
Bitişmek: Geçim, geçinmek.
Biz: 1-Sivri. 2-Sivri uçlu demir. 3-Biz birinci çoğul şahıs.
Bizlemek: Ucu sivri değnekle hayvanları dürtmek.
Boçuk: Kuyruk sokumu kemiği.
Boğaz koyun: Ahlat’ta gebe koyuna verilen ad.
Bohçaci: Mahalle aralarında kadınlara eşya satan satıcı.
Bolaldi: Bollaşmak, artmak.
Boramboş: Bomboş, boşaltılmış, boş kalmış.
Boran: Çok soğuk rüzgar, fırtına.
Borani: Yoğurtla yapılan sebze ve pirinç yemeği.
Borbor: Çok kalın ses.
Boruklamak: Cevizin içini bıçakla kazıyıp çıkartmak.
Botte: Kısa boylu.
Botto: Kuyruksuz kuyruğu kopmuş hayvanlara verilen isim.
Bottuk: Kısa, küt.
Boyah: Boya.
Boyahçi: Boyacı.
Boylama: Hamayıl, arzu istek tılsımı, muskası.
Boynu buruk: 1-Boynu eğik, eğilmiş olan.2-Yetim, kimsesiz.
Boyun baği: Atkı.
Boyun vermek: Desteklemek, arka çıkmak.
Boyunduruh: Kağnıda öküzlerin bağlandığı kısım.
Boz: 1-Bozmak. 2-Bir renk.
Bozzo: Saçları aklaşmış, ihtiyar.
Bö: Çocuklar için kullanılan bir korkutma ünlemi.
Bögün: Bugün.
Bögür: Yokuş.
Bögüt: Büyüt.
Böğün: Bugün.
Böğür: Göğüs, sine.
Böhtan: Karalamak, iftira, suç yükleme.
Bölük: Askeri birlik.
Böyi: Büyü.
Böyüd: Büyüt, yetiştir.
Böyüg: Büyük.
Böyümiyesen: Büyük yaşa erişmeyesin anlamında bir Ahlat ilenme sözü.
Bu nağmet: Bu nimet Ahlat’ta kullanılan onaylama veya yemin sözü.
Bu ne işdir: Memnun kalınmayan bir iş sonrasında söylenen bir sitem sözü.
Bubpi: Çavuş kuşu, hüdhüd.
Bubucuh: Ahlat’ta bir mevki adı, Kırklar Mahallesi kaynak suyu alanı.
Buççik: Kuyruk sokumu.
Buçuh: Buçuk.
Bugatay Aka: Ahlat’ta bir kümbet adı.
Buğda şuşasi: Buğday yığını.
Buğda: Buğday.
Buhah: Boyuna çene altından dökülen etli bölüm, gerdan.
Buhca: Bohça.
Buhçasız: Bohçasız.
Buhğçi: El testeresi.
Bukedem: Bu kadar.
Bulah(ğ): Çeşme, su akan yerin ağzı.
Bulama: Hayvanların ilk sütünden yapılan çörek otlu bir yemek.
Bumba: Bomba.
Bumbar: Temizlenmiş hayvan bağırsağından yapılan bir yöresel yemek.
Bump: Bulaktan su akan yer.
Bunnar: Bunlar.
Burcukaya: Ahlat’ta bir köy adı.
Burlugaç: Girdap.
Burun boğaz etmek: Hoşlanmadığı şeyler için el yüz hareketleri yapmak.
Buruşmak: Kırışmak, bir araya gelmek.
Buyanni: Bu yana doğru.
Buynunu gaşi: Bir sonuç elde edememek.
Buynuz: Boynuz.
Buz bağlamah: Buz tutmak.
Buz don: Buz tutmak, buzla kaplanmak.
Büfe: Vitrin.
Bül: Bilmek.
Bülirmisen: Bilir misin anlamına gelen soru kelimesi.
Büşürigi: Pişirilecek ekmek hamuru.
Bütün bütün: Tamamen.
Büz: Beton boru.
Cacık: Çökelek.
Cadi: Sacda pişirilen mayasız çörek.
Cahal: Cahil.
Cahig: Surat,yüz,tip.
Camoş: Manda.
Can cüreet: Zayıf ve güçsüz olmak.
Can derdinde olmah: Zor bir durumdan kurtulmaya çalışmak.
Canah bağlamah: Yosun bağlamak.
Canah: Yosun.
Canan sağılk: Bir iyi sağlık isteği sözü.
Cangıldağh: Koyunların yünlerine yapışan pislik.
Canın cebbari söke: Can veresin anlamında bir Ahlat ilenme sözü.
Cankeş: Acıyı canına çeken, dayanıklı.
Cari yendirmeg: Okunan kuranı bağışlamak.
Carse: Amerikan bezi.
Cazi kuyruhli: Numaracı şirin görünmeye çalışan.
Cazi: 1-Naz yapan. 2-Yalaka, yağ çeken kimse. 3-Şımarık, karışıklık çıkaran, dedikoducu, fitneci.
Cebbar: Avcı.
Cecim: Yünden yapılmış renkli nakışlı ince kilim.
Cecig: Büyük bez veya deri torba, tuluk.
Ced Baci: Boyu çok kısa anlamında bir Ahlat deyimi.
Cehddetmeg: Gayret göstermek.
Cehğnem: Cehennem.
Cehiz: Gelin kızın babası evinden damat evine götürdüğü eşya.
Cehnem ol: Defol anlamında bir söz.
Celegoz: Vurdumduymaz.
Celep celep: Çeşit çeşit.
Celep: Çeşit.
Cemaldın(Cemalettin): Ahlat’ta bir köy adı.
Cemeet: Cemaat.
Cemoş: Camış, manda.
Cemoşkıran: Mart, nisan aylarına denk gelen şiddetli bir fırtına.
Cemse: Bir grup asker veya bir araba dolusu asker.
Cenabı mevlam imdadan yetişe: Ahlat bir dua sözü.
Cenabı mevlam seni sahliya: Ahlat bir dua sözü.
Cenah: Yön, yan.
Cenap: Saygı, onur ve büyüklük anlamında bir söz.
Cenavar: Canavar.
Cencele: Eziyet.
Cenç: Kullanılmayan yün atığı.
Cendeg: Leş, hayvan ölüsü, ceset.
Cendere: Zulüm.
Cenderme: Jandarma.
Cenevar: Canavar.
Ceng: Savaş.
Cenge: Çene.
Cengeme: Gürültü, yaygara, ağız kavgası.
Cenk: Öküzlere takılan çıngırak.
Cennet ağasi olasan: Ahlat bir dua sözü.
Cenup: Güney.
Cepe: Cephe, taraf.
Cercer: Döven.
Cereme: Kötü taraf, zorluk.
Ceren peren: Başka başka, o yana bu yana dağılmış olan.
Cereyan: Elektrik.
Cerge: Dizi dizi, bir kısım.
Cerye: Cariye, köle.
Cevüz: Ceviz.
Cevüzli galın: Cevizli çörek.
Ceylo: Uydurma hayvan ismi, genelde öküz arabasını çeken hayvanlar için kullanılır.
Ceyran: Elektrik.
Ceyro: Gözleri büyüyen ve parlayan. Uydurma hayvan ismi genelde öküz arabasını çeken hayvanlar için kullanılır.
Cıbıl: Çıplak, yoksul, dilenen.
Cıbıldak: Çıplak.
Cıcık: Biraz.
Cığara: Sigara.
Cığcığe: İnce, tiz ve yüksek sesten bağırma veya konuşma.
Cığ cığ: Kuru gürültücü, geveze.
Cığ cığ cello: Kuru gürültücüler için söylenen bir Ahlat yakıştırması.
Cığıldamah: Bebek ağlaması.
Cılbır: Bir tür mercimek yemeği veya yoğurtlu yumurta yemeği.
Cılızer: Çelimsiz.
Cılk: Kötü, bozuk.
Cıncıh: Camdan veya porselenden yapılmış küçük eşyalar.
Cıncıhlamak: Eşelemek, sürekli üstüne gitmek.
Cıngar çıhartmah: Kavga, döğüş çıkartmak.
Cıngar: Kavga, döğüş.
Cıngıl: Yırtık, eski. Sökülmüş.
Cıngıldamak: Yere düşen madeni bir nesnenin çıkardığı ses.
Cıngır: Eski yırtık elbiseden sarkan bez parçaları, parça, lime.
Cınk cınk etmeg: Cam eşyaların birbirine değmesiyle çıkardıkları ses.
Cıpcıbıl: Çırılçıplak.
Cıpcıp: Çocukların banyo yapması için söylenen söz.
Cıpsu olmak: Baştan ayağa tamamen ıslanmak.
Cır cır etmeg: İnce bir ses çıkartmak.
Cır cır: İshal.
Cır: Yırt.
Cıra: Su doldurmak için kullanılan kulplu toprak küp, testi.
Cırbıt: Göz çapağı.
Cırcır: 1-Fermuar. 2-Suyu az akan çeşme.
Cırcırıh: Cırcır böceği, ağustos böceği.
Cırcırık: Ateş böceği.
Cırığ: Suyu az akan çeşme.
Cırıh: Yırtık, yarık.
Cırık: Yırtık, yarık.
Cırıldamah: Cır cır diye ses çıkarmak.
Cırım Çekmek: Birden aniden sinirlenip hücum etmek.
Cırım çevirmek: Sınır çekmek.
Cırım çıharmah: Kargaşa çıkarmak.
Cırım: Sınır.
Cırını almah: Biriyle cok uğraşmak, kafaya takmak.
Cırk: Suyu çok az akan çeşma veya akarsu.
Cırmah: Yırtmak.
Cırmahlamah: Tırnak atmak.
Cırmak: Tırnakları ile derinin yüzeyini çizmek.
Cırmır: Çok Israr eden.
Cırnağh: Deriye tırnak atmak, yırtmak.
Cırt pırt: İkide bir.
Cırt: Kümes hayvanları dışkısı.
Cırtık: Şımarık, hoppa, züppe.
Cırtligan: Belalı, kötülük peşinde olan.
Cıs: Çocukları ateşten ve tehlikeli şeylerden korkutmak için söylenen söz.
Cıvıh: Her şeyi konuşan, terbiyesiz, şom ağızlı, konuşması ve hareketleri hoş olmayan.
Cıvık: Fazla su katılmış olan.
Cıvıldız: İnce, zayıf.
Cıvıtmak: Aşırı normal dışı davranmak, şımarmak.
Cız: Çocukları ateşten ve tehlikeli şeylerden korumak için söylenen bir ünlem.
Cızbız: Şiş kebap.
Cızgıli: Çizgili.
Cızği cekmeg: Çizgi çizmek.
Cızıh: Çizgi.
Cızlavet(Cislavet): Siyah lastik, plastikten yapılmış ayakkabı.
Cızma: Çizme.
Ci: Bebekleri eğlendirmek için oynanan, bir görünüp bir kaybolma oyununda söylenen bir söz.
Cibiliyet: Huy, davranış, yaratılış, karakter.
Cici: Sevimli, cana yakın, hoş, güzel.
Cici ana: Üvey anne.
Cicim ayı: Yeni evli çiftlerin evlilikte geçirdikleri ilk ayları.
Cido: Ayrı, ayrık.
Ciger taplamasi: Karaciğer ve bulgurla yapılan bir tür yassı köfte şeklindeki Ahlat yemeği.
Cigeri yanmah: Çok acı ve sıkıntı çekmek, yüreği yanmak.
Cihet: Yön.
Cike: Aşık kemiğinin çukur tarafı.
Cikga: Bir yüksekliğin en üst noktası, en tepe, en uç.
Cil: Topraktan yeni çıkan bitki filizi, taze sürgün.
Cillek: Açgözlü, pisboğaz, obur.
Cillenmeg: Çimlenmek, yeşillenmek.
Cilli: Kovalamaca oyununda kale.
Cilo dede: İhtiyar.
Cimter: İnce, cılız.
Cincil: Bebek beşiği, salıncağı.
Cingen: Çingene, cimri.
Cino: Cin gibi, gözü açık.
Cip: Amerikan araba markası Jeep aracı, jip.
Cipsu: Sırılsıklam.
Civan: Yakışıklı genç erkek, güzel genç kadın.
Coban: Kalın, kaba ağır yükler için kullanılan sağlam büyük ip.
Cocah: Üzeri çimle kaplanmış fazla batmayan bataklık yer.
Colli: Bir tür yöresel cocuk ve yetişkin oyunu.
Cort: Boş ve gereksiz konuşan.
Corug: Ağzı eğri.
Coruk: Çok bilmiş, lafı Çekip uzatan,görgüsüz.
Cönge: Tam öküz olmadan önce arabaya koşulan boğa.
Cu cu: Tavukları yeme çağırma ünlemi.
Cuca: Tavuk civcivi.
Cucuk: Tavuk.
Cuhut: Ermeni kökenli vatandaşlara halk tarafından kullanılan bir tabir.
Culuk: Hindi.
Cuncuk: Köşe bucak.
Cuncur: 1-Hareketli, gözü açık. 2-Genellikle lahanada görülen yeşil renkli küçük bir böcek.
Cuvap: Cevap.
Cücüg: Soğanın katmanlarından sonraki iç bölümü.
Cücük: Civciv.
Cüdam: Beceriksiz, görgüsüz.
Cürcübel: Bel fıtığı, beli eğri olan.
Cürdelemek: Sürekli aşındırmak, örselemek.
Çorti Küfdesi: Ahlat’ta bir tür lahana turşusu ve bulgurla yapılan bir köfte yemeği.
Çabuh: Çabuk.
Çah: Çakmak, çivi ile tutturmak.
Çahcıver: Dişlerin kırılıp dökülme durumu.
Çahçur: Hertarafı kırıp dökülmüş taş.
Çahılmah: Çakılmak.
Çahmur taş: Kaba, kalın ve sert çakıltaşı.
Çaket: Ceket.
Çakgır çukgur: Düzenli düzgün olmayan taş, çakıl ve çukurlu olan yol.
Çakkala: Çağla, kayısının olgunlaşmamış hali.
Çal: Benzer.
Çalağan köşki: Yüksekteki ev veya yer.
Çalağan: 1- Çağlayan. 2-Çaylak Kuşu.
Çalan: Benzeyen.
Çaldıran Herbi: Tarihte Ahlat için önemli savaşlardan Ahlat 1514 yılında yapılan savaşta
Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katıldı.
Çalha: Çalkala.
Çalhalamak: Hafif yıkamak, durulamak.
Çalhamah: Yayıkta ayran yapmak, çalkalamak.
Çalık: 1-Kadın fesleri üzerine bağlanan tülbent. 2-Doğal olmaktan uzaklaşmış, kendi renginden olmayan.
Çalım: Bir yan, bir taraf, bir yön.
Çalma: Yemeğin kepçe ile tencere arasına sıkıştırılıp ezme işlemi.
Çanah: Kalça.
Çanak: Tabak.
Çapa çapa: Bebeklerin hareket etmesi için söylenen bir söz.
Çapan çalmak: Alkış tutmak.
Çapmak: Koşmak.
Çapuk: Alkış.
Çaput: Parça kumaş.
Çar çaput: Artık bez kumaşlar.
Çar naçar: İster istemez.
Çarçur: Dağıtmak saçmak.
Çargı Feleg: Ahlat mezartaşlarında kullanılan bir motif çeşidi.
Çarhalga çevürmeg: Etrafını çevirmek.
Çarhalga: Dört yan.
Çarho: Ahlat’ta bir mevki adı.
Çarıh çürüg: Döküntü, bozulmuş.
Çarıh: Deri veya sağlam iplerle yapılmış ayakkabı.
Çarpılmah: Eşyası çalınmak.
Çarşi Bulaği: Ahlat’ta eski bir çeşme adı.
Çatbaş: Sersem, işe yaramaz, anlamaz.
Çat cıngır: Bir çocuk oyunu.
Çat çiğnemez: Yeni bir şey alıp giymeyen, varyemez.
Çat: Bez parçası.
Çatalağzı: Ahlat’ta bir köy adı.
Çatlakuş: Yenebilen sarı çiçekli sütlü bir yabanıl bitki.
Çatma: 1-Bağ ve bahçelerde yapılan üstü kapalı gölgelik. 2-Bir arada bağlı hayvanlarla dövensiz hayvan döndürme.
Çatmah: İki ağacı birbirine yatay ve dikey olarak bağlamak, kavuşturmak.
Çav: Ot balyası bağlamaya yarayan ottan bükülmüş kalın ot ipi.
Çav çatmah: Bir yığın ekini yine bir miktar ekinle dik halde bağlamak.
Çedene: Kavurgada kullanılan bir tür kendirin bitki tohumu.
Çeküç: Çekiç.
Çem: Çimen,sulak çimenlik alan.
Çemirlemeg: Giysilerinin kolunu, paçalarını, eteğini kirlenmekten korumak için toplamak yada bükmek.
Çemkirmek: Bir kişi veya konu üstünde fazlaca konuşmak.
Çemlik: Ahlat’ta Uludere(Sor) Köyü’nde bulunan bir mevki adı.
Çençen: Geveze, çenebaz.
Çeng: Öküzün boynuna takılan küçük çan.
Çente: 1-Çanta. 2-Su bidonu.
Çeper: Dağ çalısı daha çok fırınlarda yakmak için kullanılır.
Çepeze: Çapraz ve sallanarak yürüme.
Çepik: Meyve bırakılan sepet.
Çep: Çöp.
Çepinnen: Çöpleri ile birlikte.
Çer: Pislik, atık.
Çerçi: Köy köy dolaşıp ufak tefek şeyler satan gezici bakkal, seyyar satıcı.
Çermik: Kaplıca.
Çetik: Çarık terlik.
Çeyiz açma: Düğünden önce gelinin çeyizinin eş dost arkadaş ve akrabalara teşhir edilmesi.
Çeynem: Lokma, parça.
Çıbartmah: Darbe alınan yerin kabarması.
Çıfıt: Kötü düşünceli.
Çığırdamah: Kendi kendine konuşmak.
Çığırmak: Çağırmak.
Çığma: Göz çıbanı.
Çığnamah: Ayakları ile ezmek, iyice yoğurmak.
Çığrindan çığhmah: Yoldan sapmak, karmaşa çıkması.
Çıh: Çık.
Çıhar: Menfaat, çıkar.
Çıhart: Çıkart.
Çıhartdır: Çıkartır.
Çıhir: Çıkıyor.
Çıhma: Balkon.
Çıkkıyma: Çiğköfte.
Çılğa: Kapının bağlı olduğu yer.
Çındır: Yağı çok köpüklü, sinirli et.
Çıng çıng: Zilin çıkardığı ses, yüksek volumden konuşanlar için söylenir.
Çıngır: Eski bez paçavra, çaput.
Çıra: Eski evlerde kullanılan bir aydınlatma aracı.
Çırağ: Meşale, elektrik.
Çırahpa: Evde çıra, kandil, lamba bırakılan yer.
Çırcırığ: Torunun torunu.
Çırpılmah: Çok etkilenmek, şok geçirmek.
Çırpınmah: Bir acının etkisiyle kurtulmak için debelenmek, kendini oraya buraya vurmak.
Çırpışmah: Göz kapaklarını, açıp kapatma.
Çırpıştırmah: Deri üzerine ince bir nesneyle vurulunca acıtmak, incinmek.
Çırpıtmah: Su veya çamur sıçratmak.
Çırpi: Yakmak için kurutulmuş ağaç dalları.
Çırpmah: Silkelemek, tozunu almak.
Çırtıği çıhma: İşe yaramaz duruma gelme.
Çırtığini çıharma: Fazlaca ezme, hırpalama.
Çırtıh: Sıçrayan çamur suyu.
Çırtık pırtık: Parça parça, lime lime.
Çırtık: Şımarık, hoppa.
Çırtlitikan: Yapışkan.
Çırtma: Tandıra yapıştırılarak yapılan yufka ekmek.
Çıt pıt: Birleşme düğmesi.
Çıt: Ses.
Çıta: İnce, uzun, küçük tahta.
Çıti çıhmamak: Olanlar karşısında sesini çıkartmamak.
Çıti piti: Küçük ve sevimli.
Çıt kaymağı: Sütün kaymağı.
Çıtlama: Taze fasulyeyi dikine kesme.
Çıtlatmak: Üstü kapalı olarak belirtmek, duyurmak söylemek.
Çıttırım: Çocukların su üzerinde atarak sektirdiği yassı taş.
Çıttırmah: Yapmacık kibarlık.
Çızıh: Çizgi.
Çiban: Vücudun herhangi bir yerinde şişkinlik ve kızartı şeklinde oluşan irin birikimi.
Çibin: Karasinek.
Çibinnik: Sinekten korunmak için bebeklere giydirilen giysi.
Çice: Bebek dilinde yengeye verilen ad.
Çiçeg: Çiçek.
Çiçi: Bebek dili ile anne göğsü.
Çifte atmah: At ve eşeklerin arka ayaklarıyla geriye doğru ayaklarını savurması.
Çifte kümbetler: Ahlat’ta İki Kubbe mahallesinde bulunan kümbetlerin halk arasındaki adı. (Koşa kümbetler).
Çifte: İki Namlulu av tüfeği.
Çig: Çiğ, pişmemiş.
Çigin: Omuz.
Çigrinme: Bıkmak, tiskinmek, soğumak.
Çiha: Çıkma.
Çilçılpah: Çırılçıplak.
Çilçilli: Tavuk ve horozlara bırakılan benekli anlamında bir isim.
Çile çekmeg: Zahmet, sıkıntı.
Çile: Yumak ip.
Çilelemeg: Yufka ekmeği yumuşatmak için üstüne su serpmek.
Çilemek: Saçmak, serpmek, sıçratarak sulamak.
Çilpah: Çıplak.
Çimdig: Deriyi iki parmak arasına alıp sıkma hareketi.
Çimdik: İki parmak ucuyla alınan miktar. (Tuz ve şeker için kullanılır.)
Çimdiklemeg: İki parmak arasına alıp sıkmak.
Çimdirmeg: Yüzdürmek, yıkamak.
Çimiter: Zayıflamış, eskimiş, buruşmuş.
Çimmek: Yüzmek.
Çincil: Çocuk salıncağı.
Çinçavat: Birşeyini kimseye vermeye kıyamayan, doyumsuz, kararsız, kuşkucu.
Çingen: Çingene.
Çireş aşi: Çireş otundan yapılan bir Ahlat yemeği.
Çireş Şilesi: Çireş otundan yapılan bir Ahlat yemeği.
Çireş: Yemeği yapılabilen pırasaya benzer bir tür yabanıl ot.
Çirk: Yünün küçük parçaları.
Çirpan: Sulama suyunun düzenli akmasından ve dağıtılmasından sorumlu su bekçisi.
Çiseleme: Yağmurun seyrek damlacıklar halinde yağması.
Çit: Başörtüsü, yazma.
Çitileme: Eski bir deterjan markası olan çiti ile bulaşık ve çamaşırları yıkama.
Çitme çegme: 1-Çeşitli malzemelerle ev, tarla, bahçenin sınırını belirleme işi. 2-Kadınlar için yüz çekme, kapatma.
Çivid: Çivit otundan elde edilen çamaşırın son suyuna karıştırılan toz boya.
Çivileme: Ahlat taşı çıkarma işlemi sırasında taşı ana parçadan koparmak için yapılan işlem.
Çiyit çitlemeg: Çekirdek yemek.
Çiyit: Çekirdek.
Ço: Eşeği yürütme ünlemi.
Çocuh: Çocuk.
Çocuk: Bulgur kaynatırken onu karıştırmaya yarayan büyük ahşap kepçe.
Çoh: Çok.
Çohalmah: Çoğalmah, artmak, bollaşmak.
Çohdan: Çoktan.
Çohluğ: Varsıllık, kalabalık.
Çohluh: Çokluk.
Çohu: Büyük bölümü.
Çol: Banyo yapılan yer.
Çolo: Solak.
Çoluh çocuh: Çoluk çocuk
Çor çocuk: Hepsi, çoğu çocuk ya da çoluk çocuk anlamında.
Çor: Ağız eğriliği.
Çorah: Çorak bir şey yetişmeyen toprak.
Çorli: Hastalıklı, çok hastalanan.
Çorlu: Kışın uzamasından dolayı aç kalan hayvanların tutulduğu hastalık.
Çorti aşı: Lahana turşusu, dövme, et ile yapılan bir tür yöresel yemek.
Çorti Küfdesi: Ahlat’ta bir tür lahana turşusu ve bulgurla yapılan bir köfte yemeği.
Çorti: Lahana turşusu.
Çortili: Yeşilli, beyazlı, alacalı.
Çögen: Ucu eğri baston.
Çöğüt çarşisi: Karışık olmak anlamında bir Ahlat deyimi.
Çölmek: Topraktan yapılmış tencere, kap.
Çömçe: Büyük boyutlu ağaçtan yapılmış kepçe.
Çömçeşmeg: Ürpermek kendine gelmek.
Çönge: Bir veya bir iki yaş arasındaki genç öküz.
Çubuh: Çubuk, ince ağaç dalı.
Çubuklu başı: Ahlat’ın girişi.
Çuçe: Çocukların oturması veya çömelmesi için kullanılan bir yansıma kelime.
Çuçet: Otur.
Çuha: Eskiden ceket yerine giyilen kaba kumaştan yapılan giysi.
Çuhur: Çukur.
Çukurtarla(Hanik): Ahlat’ta bir köy adı.
Çul çaput: Kilim ve elbiseler, paçavra kumaşlar.
Çul: Kilim, yere serilen ince kilim.
Çulha: Dokuma.
Çur: Sarışın.
Çuro: Şarışın, açık sarı renkli.
Çuvaldız: Çuval ağzı dikmeye yarayan büyük iğne.
Çün: Çünkü.
Çüş: Hayvanları durdurma ünlemi.
Çütçi: Çiftçi.
Çüt çubuh: Tarla iş, çiftçilik için gerekli malzemeler.
Çüt en: İki enden oluşan çift boylu kumaşlar için kullanılan tabir.
Çüt etmeg: Kara sabanla toprağın sürülmesi.
Çüt: İki adet, çift.
Dabağ: Bir büyükbaş hayvan hastalığı, şap.
Dabahana: Ham derilerin işlem gördükleri yer.
Dabak: Ham derinin tabaklanma işi.
Dabaka: Tabaka, tütün konulan metal kutu.
Daban: Taban.
Dad: Tat.
Dadanmak: Tadını aldığı, hoşlandığı, alıştığı bir şeyi sık sık istemek, o şeyi yapmaya alışmak.
Dade: Yaşlı kadınlara söylenen bir saygı hitabı.
Dadıgın esgeri: “Bir şey beceremezsin “anlamında bir deyim.
Dağdağan: Öküzlerin alnına takılan nazarlık şeklindeki boncuklu tahta süs.
Dağlamah: Kızdırılmış yağ dökmek.
Dağni: 1-Tahta tavan. 2-Sehpa.
Dahır: Tahir(isim).
Dakkadak: Hemen anında.
Dal: Omuz,kol arka sırt.
Dalda etmeg: Gölge yapmak.
Dalda: Gölge, gölgelik.
Daldalamak: Güneş, rüzgar ve soğuktan korunmak için gözden kaybolmak saklanmak.
Daldalanmak: Gölgeli bir yerde veya bir adamın himayesine sığınmak.
Daldalık: Yağmur, güneş ve rüzgarın etkisini kesen duvar gölgelik.
Dallandırmah: Bir şeyi abartarak etrafa yaymak.
Dam: Ahlat’ta ki evlerin düz toprak olan çatı bölümü.
Damci: Toprak damlardan akan veya sızan yağmur suyu damlaları.
Dana burnu: Toprakta bitki köklerini yiyerek beslenen bir tür böcek.
Dang: Anlamak. (Kafasına dank etmek)
Danışmah: Görüş istemek
Dara düşmek: Maddi olarak imkânsız kalmak.
Daraba: Tahta perde, tahta bölme, tahta parmaklık.
Darak: 1-Saç tarağı. 2-Taş yontma ve yüzey düzeltme aleti.
Daral: Tembel.
Darah: Tarak
Daramah: Taramak.
Darçın: Tarçın.
Darda kalmak: Maddi manevi güçlükle karşılaşmak.
Dargan: Buğdayın içindeki siyah renkli olmamış buğday artığı, çavdar.
Dargün: Maddi ve manevi sıkıntılı günler.
Darti: Tartı, terazi.
Darvahit: Akşamın geç vakti.
Daş: Taş.
Daşa çalmah: Taş yontmak.
Daşınmah: Taşınmak.
Daşlıh: 1-Taşlık.2-Kümes hayvanları
Datli: Tatlı.
Davar: Büyükbaş, küçükbaş hayvan sürüsü.
Davşan: Tavşan.
Davulhane: Ahlat Sahil Kalesinde bir bölüm adı.
Dayah: Taya veya Herhangi bir yığıntının yıkılmaması için yığıntıya dayanan destek kalası.
Dayaza: Teyze.
Daz: Dazlak.
Debe: 1-Ağaçtan yapılmış büyük yağ kovası. 2-Fıtık.
De buyur: Bak hele bu olan işe.
De gah hade: Haydi kalk bakalım.
De görem: Söyle bakalım, söylesene.
De hade: Hareketlen, yürü, kalk.
De: Söyle.
Debbo: Gaz ya da benzin bırakılan teneke, bidon.
Debelenmeg: Yerinde dönmek, oraya buraya çarpmak.
Debre: Ot, saman, yulaf, yonca gibi hayvan yemi.
Dede Maksut Türbesi: Ahlat’ta bulunan bir türbe adı.
Dedigudi: Dedikodu.
Dedikudi: Dedikodu.
Def: Tef.
Defci İsmail: Ahlat’ın düğünlerde def çalan renkli simalarından biri.
Defder: Defter.
Deg: Oyunda yapılan hile.
Degek: Asma dalı, filizi.
Degenek: Değnek, sopa.
Degge: Dakika.
Deggesinde: Anında.
Deginen: Söyle.
Degip: Yetişmiş, erişmiş
Degirman: Değirmen.
Degirmi: Yassı yuvarlak.
Degme: Temas etmek.
Degmek: Meyvelerin ergin olgun hale gelmesi.
Değ: Yetiş, eriş.
Değenni: Kıymetli, değerli. 2-Nazlı.
Değin: 1-Dert. 2-Zehir.
Değinze: Denize. (Ahlat’ta Van Gölü için büyüklüğünden dolayı deniz terimi kullanılır).
Değişilinmeg: Eskisi gibi olmamak, değişmek.
Değişilmeg: Değişmek, farklı olmak.
Değva: Dava.
Değvacı: Davacı.
Dehetlemeğ: Gözetlemek, gözlemek, takip etmek.
Dehi: Daha.
Dehre: Ağaç, çalı doğrama baltası, nacak.
Deht düşmek: Dikkat ederek ayrıntısıyla bakmak.
Dejo: Çoban yardımcısı.
Dek: Dolandırıcı, tuzak, hile.
Deki: Söyle ki.
Delcolar: Ahlat’ta bir Aile lakabı.
Delegun: Kötü yola düşen.
Deleme: Ağaçtan yapılmış iple çevrilen oyuncak, topaç.
Delihalolar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Delikli daş: Ahlat’ta bir mevki adı.
Dellal: Tellal, duyurucu.
Dellenmeg: Sinirlenmek, hiddetlenip kızmak.
Dem: Buğday.
Demediğini koymamak: Karşısındakine olmaması gereken bir şeyi öğrendiğinde kızgınlıkla ağzına gelen
her şeyi söylemek.
Demeg: Söylemek.
Demleginen: Çay demlesene anlamında kullanılan söz.
Demrel: Bir cilt hastalığı.
Den: Kümes hayvanları yemi olması için ayrılan kırık buğday artığı .
Den den: Benekli.
Dendik: Tavuğun kursağı.
Deng: 1.Eşyanın yük hali. 2.Emsal, akran.
Dene: Tane.
Deniz Karısı: Bir masal kahramanı, deniz kızı.
Denleme: Bir kilim örgü biçimi.
Der: Topla.
Derd: Dert, tasa, üzüntü.
Derdini deşmek: Yaralarını tazelemek.
Derlemeg: Toparlamak, düzeltmek.
Derme: Toplama, hasat.
Dermeg: Toplamak.
Desde: Deste.
Desdere: Testere.
Desdi: Testi.
Desenki: Sanki.
Desinner ossun(diye): Gösteriş başkalarının övgüsü.
Deste: Ekin biçilirken bir bağ ekin için biçilen ekin miktarı.
Deş: Del, yar, kurcala.
Deşmeg: Delmek, yarmak, yara açmak.
Deşürmeg: Toplamak, biriktirmek.
Dev eşger: Ahlat masallarında bahsedilen büyük iri bir masal kahramanı.
Develik: Ahlat’ta bir köy adı.
Devreş: Gezgin, seyyah, derviş.
Devşirmeg: Biriktirip toplamak.
Devür: Devir.
Devürdi: Devirdi.
Devürsi: Bir sonraki zaman ertesi. (“Devürsi sene, devürsi gün.”)
Deyaz: Derinliği az olan sığ su kıyısı.
Deyaza: Teyze.
Deydaha: İşte orada, şurada, burada.
Deyi: Diye.
Deyiginen: Söyle görelim.
Deyin: Söyleyin, kadar.
Deyiş: Mani, destan, ağıt, şiir, şarkı, türkü gibi şeylerin tümü.
Deymek: Temas etmek, dokunmak.
Deyre: Elbise, üç etekli kadın elbisesi.
Dezgah: Tezgah, iş yeri.
Dıgırla: Yuvarla.
Dıgırlanmak: Yuvarlanmak.
Dığa: Yaramaz baş belası erkek çocuk. (Ermenilerde erkek çocuk için kullanılan bir tabir.)
Dığıldamah: Kendi kendine söylemek, mırıldamak. (Bebekler için söylenen bir tabir.)
Dıkan: Diken.
Dıkdıga: Eline çabuk hızlı.
Dılk: Utanmaz, yüzsüz.
Dımbılti: Davul vb.şeylerin uzaktan duyulan sesi.
Dımdık: Deli.
Dımdızlak: Yapayanlız malsız mülksüz ortada kalmak.
Dın dın: Mızmızlık yapan, sözü uzatan kişilere söylenen yasıma bir kelime.
Dınaz: Alay etmek, dalga geçmek.
Dıncız: Şikâyet etmek, çekiştirmek.
Dındık: Gaga, kuş veya tavuk gagası.
Dındık dındık: Tavukların gaga darbesine verilen ad.
Dındıklamag: Gagası ile parçalamak, didiklemek.
Dındırış(Etmeg): Anlama, aldırış, anlamamazlıktan gelmek.
Dıngıla fıs: Tahterevalli.
Dıngıldamak: Kımıldamak, oynamak, sallanmak.
Dıpdıngıloz: Çırılçıplak, hiçbir şeyi kalmamış her şeyini kaybetmiş olan.
Dıpdızlah: Kel, saçsız.
Dıraktor: Traktör.
Dırcık: Çifte, tekme.
Dırcıklamak: Hoplayıp zıplayarak, çifte ve tekme ata ata, şaha kalkarak koşmak.
Dırdır etmeg: Çok konuşmak.
Dıreş: Uzun, uzun boylu.
Dırgan: Yaba, harmanda sapları yaymaya yarayan demir ya da tahtadan yapılmış çatallı tarım aleti.
Dırığ: Korkmak.
Dırıh: Zayıf, kuru, mecalsiz kimse.
Dırındaz: Titiz, temiz.
Dırlamak: Gereksiz gereksiz ve gelişigüzel konuşan, gevezelik eden.
Dırmalamah: Tırnaklarını geçirip çekmek, tırmalamak.
Dırmanmah: Tırmanmak.
Dırmıh: Tırmık.
Dırnah: Tırnak.
Dırnazınnığ: Şikâyet etmek.
Dırt dıra: Çok uzun boylu insan.
Dırtık: Düz olmayan pürüzlü.
Dırtıklar: Ahlat’ta bir Aile lakabı.
Dırtli: Çabuk hastalanan.
Dırtlamah: Küsmek, darılıp bir işe karışmamak.
Dış: Kağnıda mazının iki yanında olup mazının bunların arasındaa döndüğü kazıklar.
Dışarılık: Yabanlıkta denilen dışarıya ve misafirliğe giderken giyilen elbise.
Dışdır: Delice kimse.
Dızdıza: Titiz huysuz çabuk öfkelenen kmse.
Dızdızan: Çok çabuk ağlayan mızmız çocuk.
Dızgırtmah: Öfkelenmek, karşı gelmek.
Dızman: İri yapılı, uzun boylu, kocaman şişman kimse.
Dızzıg: Kalça.
Dib öküzi: Harmanda döven yapılırken gamla bağlanan iki öküzün yanında çatmaya bağlı
merkez bölgede sabit dönen yaşlı öküz.
Dibek: Buğday dövülen oyuk taş.
Dibet: Kalın siyah renkli kumaş.
Dide: Gaz lambası isi.
Didik didik etmek: Heryeri kontrol etmek aramak.
Didik: Küçük parça kopartmak.
Didiklemek: Küçük küçük parçalar koparmak.
Diftiklemeg: Yün parçasını elle açarak seyreltmek.
Dil: Kapı anahtar sürgüsü.
Dilbaz: Çok konuşan, dilli, geveze.
Dilbo: Dilber, güzel.
Dilburnu: Ahlat’ta bir köy adı.
Dilemeg: Yüzmek, kesmek, doğramak.
Dil eti yemeg: Çok konuşan, geveze.
Dillendirmeg: Gizli olması gereken bir konuyu dile getirmek söylemek.
Dilleşmeg: Ağız kavgası yapmak.
Dilli dibek: Gevezelik eden gelişigüzel konuşan.
Dilli düdük: 1-Bir yerde konuşulan şeyleri başka yerlerdede konuşan. 2-Söğüt ve kavak ağaçlarının taze
dallarından baharda yapılan düdük oyuncağı.
Dilli düdük: Dar ve açık elbise giyenler için kullanılan bir Ahlat deyimi.
Dilli: Konuşkan.
Dillidüdüg: 1-Baharda söğüt, ceviz ya da kavak ağacından yapılan oyuncak düdük. 2-Birinin adını kötüye çıkartmak.
Dilor: Bulanık su, sel suyu.
Dinelmeg: Hareketsizce ayakta durmak, ayakta dikilmek.
Ding: Değirmende dövme hazırlamakta kullanılan taş tekerlek.
Dinge: Tepe, dik yokuş.
Dinhavur Bulaği: Ahlat’ta eski bir çeşme adı.
Direl: Kalitesiz kötü ve ince bir kumaş türü.
Diremeg: Büyük dikiş atmak.
Diri: Az pişmiş.
Dirlik: Geçinme durumu gelir.
Dirsilmeg: Bir kumaş eskiyip iplikleri çıkmak.
Diş Hediği: Ahlat’ta bebeklerin ilk diş çıkardıklarında yapılan buğdaydan yapılan yiyeyecek.
Diş vermek: Çıkıntı yapmak.
Diş: 1- Düş, rüya. 2-Öküz arabasında serniyi tutan ağaç parçası.
Dişgındırık: İpe ilmik yaparak hayvanlara gem yapmak.
Dişli: Taş yontma çekiçi.
Ditmek: Parçalara ayırmak seyreltmek, yolmak.
Divan odasi: Evin misafir odası bölümü.
Divitin: Bir tür pamuklu kumaş.
Diyene deg: Söyleyene kadar.
Diyerki: Öbürü.
Diyesen: Sanki.
Diyesenki: Söyleyesin ki.
Diyir: Söylüyor.
Dizdar: Kale bekçisi, kale komutanı.
Dodak: Dudak.
Dogguz: Dokuz rakamı.
Doğ: Ağaçları birbirine bağlamak için deriden ya da yaş ağaçtan yapılan bağ.
Doğ: Öküz arabasındaki tekerleğin etrafını kaplayan metal çember.
Doğanah: Yük ve denk sarılacak iplerin ucuna geçirilen ağaç halka.
Doğani: Doğum yapan kadına yedirilen şeker ve yağla yapılan yiyecek.
Doğri: Doğru.
Dohan: Dokun.
Dohsan: Doksan.
Dola: Sar.
Dolak: Su kabağı.
Dolama: El ve ayak parmaklarında tırnaklarda olaşan cerahatli bir hastalık.
Dolambaç: Virajlı yol.
Dolandırmah: Gezdirmek.
Dolanmak: Gezmek.
Dolaşık: Birbirine girmiş, karışık.
Doli: Dolu.
Doloz: Kaba.
Doluhmah: Gözleri yaşarmak, ağlayacak duruma gelmek.
Doluksamah: Ağlama öncesi duygusal durum.
Domades: Domates.
Domadesli pilav: Bulgur ve domates ile yapılan bir tür Ahlat pilav yemeği.
Domadesli şile: Domates ve bulgur ile yapılan bir Ahlat yemeği.
Domp: Hafif yükselti tepe.
Domruh: Tomruk.
Domuk: 1-Çok soğuk yer. 2-Avcıların kışın yaptıkları av bekleme yeri.
Domuşmah: Somurtmak, sessiz ve durgun durmak.
Donalmah: Bitkilerin sağlıktan donup bozulması.
Dont gurmah: Ayakları üstünde çökerek oturmak.
Dont: Yuvarlak oturma yeri.
Donuhmah: Hareketsiz ve ifadesiz kalmak.
Donzluk: Su değirmenlerinde çarkın bulunduğu ve döndüğü yer.
Dozuh: Değirmende bulunan su çarkı pervanesi.
Dor: Değirmen sırası.
Dor beklemeg: Değirmen sırası beklemek.
Dorododo: Somurtkan tebessümüz yüz şekli.
Dög: Satırla eti kıyma haline getirmek.
Dögginen: Yereser, dök.
Dögme: Kabukları çıkarılmış, pişirilmiş buğday.
Dögmeg: Dayak atmak.
Dögüşmeg: Kavga etmek, dövüşmek.
Döleme: Topaç.
Dönder: Çevirmek, döndürmek.
Dörpi: Törpü.
Döş: Hayvanların karın boşluğu.
Döşşeg: Yatak, döşek.
Dövşürmeg: Toplamak.
Dubara: Yalan, aldatma.
Dujuk: Kuyruk, püskül.
Dulukluk: Kadın başlıklarının iki tarafına şakakların üstüne gelmek üzere takılan süs.
Dumani tepbesinden atmah: Aşırı derecede sinirlenmek.
Dumanini atmah: Ortadan kaldırmak, tümünü yemek.
Dunus(Tunus): Ahlat’ta bir mahalle adı.
Durdi: Durdu.
Duri: Sıvı kıvamında.
Durna: Turna kuşu.
Duvah: Örtü.
Duvağ: Çömlek, küp kapağı.
Duz: Tuz.
Duzli balıh: İnci kefalinin tuzda kurutulması ile yapılan bir balık yemeği.
Düg: Bağla.
Düge: Bir veya iki yaşındaki dişi büyükbaş hayvan sığır.
Dügme: Bağlama.
Dügme: Düğme.
Dügmek: Düğümlemek.
Dügürcük: Doluya benzer küçük sert taneli kar.
Düllük: Çaydanlık veya testilerin ağız bölümü.
Düllür: Çelik- çomak oyununun kısa olan sopası. (Düllür-Değenek).
Dümedüz: Çok düzgün tamamıyla düz olma hali.
Dümrük: Silindir biçiminde olan şey.
Dümsük: Dirsek ile vurmak.
Dümük: Bir kimseye ya da bir işe karşı duyulan bağlantı, ilgi.
Dümürlemeg: Sarmak, toparlamak.
Dünegin: Dün.
Dünya teşgalasi: Dünya işleri, hal ve gidiş.
Dürtüglemeg: Eliyle hafifçe itmek.
Dürüf: 1-Soyaçekim, gen yapısı. 2-Hayvanların kulaklarına vurulan damga.
Dürük: Torba, çıkın.
Dürünge: Kışın karın basılarak, çiğnenerek ve düzeltilerek hayvanlara yem vermek için hazırlanan alan.
Dürzi: Bir gayri müslim dini mezhepten olan kimse.
Düşenbe: Pazartesi.
Düzlüg: Kıyı, bayır, ova.
Düzgetmeg: Doğru gitmek.
Dür: Katla, sar.
E gah: Hadi kalk.
E he: Tamam, kabul.
Ebdes: Abdest.
Ebe: Anneanne veya babaanne.
Ebekömeci: Yemeği yapılabilen bir tür yabanıl ot.
Ebelig: Ebelik yapan kadın.
Ebemkurşaği: Gökkuşağı.
Ebi: Bir.
Ebidur: Hele bir dur.
Ebleyizler: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Ecayip: Garip, acayip.
Eceba: Acaba.
Ecel: Vade, süre.
Ecemi: Acemi, toy.
Ecep: Acayip.
Eci: Âlim, bilgili, saygıya yaraşır kadın.
Ecinni: Cin çarpmış, cinlerle münasebeti olan kişi.
Eciş bücüş: Eğri büğrü.
Ecüş bücüş: Eğri büğrü.
Edeb: Ahlak, Adap.
Edeceyig: Yapacağız.
Edip: Yapmış, etmiş.
Edrese: Adres.
Edresesi: Adresi.
Efendime söliyem: Söz söylerken veya konuşulurken unutulan bir sözcüğü hatılamak için kullanılan bir deyim.
Efferüm: Aferin.
Efil efil: Serin rüzgâr.
Efrad: Aileye mensup kişiler.
Efselemeg: Tahılın içindeki yabancı cisimleri bir kap içinde savurarak temizlemek.
Efo: Ağabey
Efül: Serin.
Efüldemek: Hızlı hızlı nefes alıp vermek.
Egal: Başörtüsü.
Ege Menem: Eğer bensem, bilmiyorum anlamında.
Ege: Eğe.
Egeleme: Eye ile düzeltme.
Egem: Eğer.
Egen: Yeğen.
Eger: Eğer.
Egil: Eğilmek.
Egir: Yün ve pamuk gibi şeyleri büküp iplik durumuna getirmek.
Egle: Dur.
Eglemek: Durmak.
Egraba: Akraba.
Egri: Eğri, düz olmayan.
Egseriyet: Tamamına yakını.
Eğe: Sahip, koruyucu.
Eğen: Yeğen.
Eğerek: Keten tohumu.
Eğleşmeg: Duraklamak, mola vermek.
Eğşiş: Tandırı karıştırmakta ve tandırdan güveçleri ve düşen ekmekleri çıkarmakta kullanılan bir ucu yuvarlak bir kürek gibi yassıltılmış, diğer ucu şekline konulmuş şiş.
Ehali: Ahali, oturan.
Ehbab: Ahbap, tanıdık.
Ehd etmeg: Söz vermek, ant içmek.
Ehel: İş bilen, tecrübeli, olgun.
Ehğmağ: Ahmak.
Ehlak: Ahlak, huy.
Ehsan: İhsan.
Ehte: İğdiş edilmiş at.
Ehtetmeg: Ahtetmek, aklına koymak, yerine getirmek.
Ehtibar: İtibar.
Ehtimam: İtimam.
Ehtiraz: İtiraz.
Ehtişam: İhtişam.
Ehtiyaç: İhtiyaç.
Ehtiyar: İhtiyar.
Ehval: Durum.
Ejdad: Ecdat, atalar.
Ejnebi: Yabancı, başka ülke halkından olan.
Ekar: Mal, mülk.
Ekebüke: Yaşı küçük olduğu halde sözleri ve işleri büyük olan.
Ekeg: Ekme işi.
Ekleç etmeg: Hiç saymak.
Ekmeg hakgı üçün: Ekmek hakkı için, Ahlat’ta kullanılan bir yemin sözü.
Ekmeg: Ekmek.
Ekraba: Akraba.
Ekseri: Genel.
Ekseriyet: Çoğunluk.
Ekseriyetle: Genellikle.
Ekşi hamur: Ekmek hamurunu mayalamak için kullanılan ev mayası.
Ekşili inahla dolmasi: Ekşi erik kurusu, bulgur ve lahana ile yapılan bir Ahlat dolma yemeği.
El alem: Herkes.
El at: Yardım et.
El atmah: Yapılacak bir işe yardım etmek.
El başda şekal kıçda: Bir şey bulamadan, elde etmeden dönüp arkasını gitmek anlamında bir Ahlat deyimi.
El el epenek: Çocukların ev içinde oynadıkları bir Ahlat çocuk oyunu.
El etmeg: El sallamak.
Ele bi: Öyle bir.
Elelaç: Etrafa saçılmak.
El gızi: Gelin, yabancı.
El hazar etmeg: Çokça kızmak, usanmak.
El oğli: Damat, yabancı.
El ögi: El önü.
El öpmesi: Gelin ve damadın evlendikten sonra gelinin anne ve babasını ziyaret ederek ellerini öpmesi.
El: Yabancı.
Elanat: İlan etmek.
Elat: Ev halkı, akrabalar.
Elavat: Çirkin, kötü ve dağınık.
Elbez: Beceriksiz, tembel.
Elbezi: Islatılıp yemeklerden sonra elleri silmek için kullanılan örgü bez.
Elce: Yağ ısıtılan tava.
Elceg: Eldiven.
Elcek: Tırpan sapının tutacağı.
Elcevaz: Adilcevaz ilçesi.
Elci: Kız istemeye gönderilen kimse, görücü, dünür, elçi.
Elçe: Elle tutulan yer.
Elçim: Orakla ekin biçerken bir elin kavradığı ekin miktarı.
Elduvan: Eldiven.
Ele ayağa düşmeg: Çok hastalanmak, kendi işini yapamaz duruma gelmek.
Ele bele: Öyle böyle.
Ele eyağa düşmeg: Kendine bakamayacak duruma gelmek.
Ele: Öyle.
Elece: Öylece.
Eleceneg: Öylecenek.
Eleg: Elek.
Elelem: El alem, herkes.
Elelignen: Öylelikle.
Elemeg: Yapmak.
Elemegi: El ile yapılan işin karşılığı verilen ücret.
Elemi: “Öyle mi?” anlamında kullanılan soru ifadesi.
Elenge: Kasları hareket ettiren kaim sinir.
Elese: Öyleyse, madem.
Elesine: Öylesine.
Elhazar: Bıkmak, usanmak .
Eli ayaği iş tutmah: İş yapabilir beceriye sahip olmak.
Eli ayaği kesik: Bir işi yapma becerisi zayıf olan anlamında bir Ahlat deyimi.
Eli boş yüzi gara: Hiçbir şey yapamadan geri dönmek manasında bir Ahlat deyimi.
Eli okuli: Askerlikte okuma yazma bilmeyenlere, okuma yazma öğretilen okul.
Eli olmamak: Fırsat bulamamak.
Elinde avcunda olmamak: Herhangi maddi bir geliri olmamak anlamında bir Ahlat deyimi.
Elinden gelmemek: Yapamamak, başaramamak.
Eline geşmeg: Edinmek, almak.
Elinin altında: Emrinde olmak, hizmet etmek.
Elinin garşında: Emre ve işe her an hazırlıklı olmak.
Elinin issiden soğuğa degmemesi: Elinin sıcaktan soğuğa değmemesi, fazlaca çalışmama anlamında bir deyim
Elinnen gelmeg: İş yapabilmek başarabilmek.
Ellak: İffetsiz, namussuz.
Elleren sağlıh: İyi bir iş için söylenen bir Ahlat iyi dilek sözü.
Elli ayahli: İş yapabilen.
Elti: Erkek kardeş eşlerinden her birinin ötekine göre adı.
Eman dedirttirici: Aman dileten.
Eman: Aman.
Emarat: Ziynet eşyası.
Emcek: Sütanne memesi. Öküz arabasında uzatma ağacını bağlayan küçük tapa.
Eme: İşe yarar, faydalı.
Emel: Çalışma, amel.
Emeli saleh: Geçmişi temiz, dürüst, düzgün, doğru insanlar için kullanılan bir Ahlat tabiri.
Emerika: Amerika.
Emerikan bezi: Pamuktan yapılmış, düz dokuma şeklindeki kaput bezi, Amerikan bezi.
Emi: Amca.
Emin olucu: Kendisine güvenilen.
Emir Ali Kümbeti: Ahlat’ta İki Kubbe Mahallesinde bulunan bir kümbet adı.
Emişk: İkinci kez biçilen yonca.
Emman: Aman.
Emmeg: Çocuklar bilye oynarken birinin diğerinin tüm bilyelerini kazanıp alması.
Emşik: Yeşil yem bitkilerinin (yonca vs.) bir kez biçildikten sonra tekrar yeşillenmiş hali.
Emür: Emir.
Endaze: Eski bir uzunluk ölçü birimi.
Endek: Sözünden cayan.
Endek döndek: Sözünden cayan, sözünden dönen, dönek.
Enderme: Çıkarma.
Endik: İndik.
Eneze eneze: Yavaş yavaş.
Enişde: Enişte.
Enk: Çene.
Enteri: Giyisi, elbise.
Epenek: Ellerin yanyana getirilmesi.
Epeyi: Uzun zaman.
Er arvat: Karı koca.
Er gahan: Erkenden uyanan, kalkan.
Er: Koca, eş.
Eram: Dinlenme.
Erazi: Arazi.
Ere getmeg: Evlenmek.
Ere vermeg: Kızı evlendirmek.
Ereb: Arap.
Eremük: Elinden bir iş gelmeyen özürlü, verimsiz, kısır.
Erep: Arap.
Ergezen: Ahlat’ta Erkizan mahallesinin yeni adı.
Erig degdiren: Uçan böcekler gurubundan yazları görülen irice bir böcek
Erig tökmeg: Kayısı toplama zamanı.
Erigaşı: Dövme ve erik kurusuyla yapılan bir Ahlat yemeği.
Erik aşi: Erik (kayısı), dövme ve nohutla yapılan bir Ahlat aş yemeği.
Erik: Kayısı.
Erişte: Ev makarnası.
Erkizan: Ahlat’ta bir mahalle adı.
Ersong: Ahlat’ta eski bir köy adı.
Erte: Sonra.
Erz: Irz, namus.
Erzen Hatun: Ahlat’ta bir kümbet adı.
Esbap: Giyisi, elbise.
Eseine: Merak ettiğini öğrenmek.
Esger: Asker.
Esgi: Eski.
Esgiden: Eskiden.
Esgig eteg: Kadın.
Esgik etme: Eksik etmemek.
Esgik(g): Eksik, tamamlanmamış.
Esirge: Koruma.
Eşa vahti: Akşam vakti.
Eşekci: Eşeklerle yük taşımacılığı yapan.
Eşgere: Alanen, açık, apaçık görünen.
Eşgola: Aşk olsun.
Eşiddiği: Duyduğu.
Eşidme: İşitme, duyma.
Eşidmeg: İşitmek, duymak.
Eşig: Evin dış kapı girişi.
Eşiret: Aşiret.
Eşkere: Açık, belli.
Eşmeg: Eşelemek, herhangi bir yığıntıyı karıştırmak, çevirmek.
Eşo: Kişi adı, Ayşe adının Ahlat Ağzında kısaltılmışı.
Eşşeg yoncası: Üzerinde sarı çiçekleri olan hayvanların yemeği sevmedikleri acı bir ot.
Eşşeg: Eşek.
Eşye: Eşya.
Et: Bir işi yapmak etmek.
Ev barh: Ev, ev eşyası.
Evel ahır: Eskiden beri, eski zaman.
Ev garisi: Ev hanımı.
Ev sahabi: Ev sahibi.
Evini yıhmah: Kendini mahvetmek, büyük hata yapmak.
Evlad: Çocuk.
Evle: Öğle zamanı.
Evün şennig ola: ” Evin neşeli olsun” anlamında bir Ahlat dua sözü.
Eyakkabi: Ayakkabı.
Eyan: Açık.
Eyaz: Kuru soğuk.
Eyi: İyi.
Eyib: Eyüp.
Eyiler: Ahlat’ta bir mahalle adı.
Eyip: Ayıp, kusur.
Eyiyem: İyiyim.
Eynen: Aynen.
Eyni: Aynı.
Eyvan: Evlerin önünde avluya bakan tonozlu, döşemeli yükselti.
Eyvenet: Etli yemek.
Eza: Mermide barutu ateşleyen parça, kibrit.
Ezazul: Yaramaz çocuk.
Eze: Teyze.
Ezircan: Erzincan.
Eziz: Aziz.
Fabırka: Fabrika.
Falankes: Kim olduğu belirsiz kimse veya kimseler.
Fanilye: Fanila, kazak.
Fanti: İskambil oyunu, kağıdı.
Farıs: Sinirli, asabi, geçimsiz.
Fasli: Vakit için o vaktin yarısı.
Fateh: Fatih.
Fatehe: Fatiha Suresi.
Faydasi tohunmah: Faydası olmak.
Fayıh: Faik
Fayiz: Faiz
Fehim: Korku.
Feket: Ama, lakin, fakat.
Fekkir: Fakir, yoksul.
Fekkirlik belası: Fakirlik belası.
Fel: Plan, fitnelik, kurnazlık.
Felci: Hilekâr, düzenbaz, dalavereci.
Feleg: 1-Dünya. 2-Talih, baht, şans.
Felfecri: Gözü dönmek.
Fellig fellig aramah: Dip, köşe, bucak aramak.
Fend: 1-Ustalık. 2-Kurnazlık. 3-Güreşte oyun.
Fenikmek: Telâşlanmak, heyecanlanmak.
Feniktirmek: Herhangi bir kimsenin fazla acele etmesini isteyerek elini ayağını şaşırtmak,
iki ayağını bir pabuca sokmak.
Fer: 1-Aydınlık, ışık. 2-Güç, kuvvet.
Ferayi: Kadınların taktığı kenarlarından süsler sarkan bir tür başlık.
Fere: Civcivlikten çıkıp, yenilebilecek hale gelmiş tavuk.
Fereget: Vazgeçmek, bırakmak.
Fereze: Ferazi, mesela.
Ferman ohumah: Meydan okumak, korkmadığını, çekinmediğini açıkça bildirmek.
Ferzet: Farz etmek.
Fesadlıh etmeg: Fesatlık etmek, söz taşımak, ara bozmak.
Fetbaz: Dedikoducu, laf dolaştıran.
Fetet: Bir yeri savaşarak almak.
Feteret: Karmaşa, kargaşa.
Fetir: Mayalı hamurdan yapılmış çöreğe benzer kalın yuvarlak ekmek.
Fevgani: Figan, yüksek bağırış.
Fezle: Bir isim, Fazilet.
Fıgan: Acılı inleme.
Fıggıldamah: Suyun kaynarken çıkardığı ses.
Fıkırdamak: Cilveli gülmek, kaynamak.
Fır dolanmak: Hızla etrafında gezmek.
Fırçık: Oynak, hoppa.
Fırfır: Kadın elbisesi kenar süsü.
Fırfırık: Rüzgârgülü, yerinde durmayan çocuk.
Fırıldah: Fırıdak, hile yapıp düzen çeviren.
Fırıldahçi: Düzen çeviren, düzenci, dolap çeviren kimse.
Fırlama: Gözü açık, çevik çocuk.
Fırlatmah: Damar damar üstüne binmek ve ağrı yapmak.
Fırsand: Fırsat.
Fırt: Yudum.
Fırtlamak: Bir yerden aniden çıkmak.
Fıs: 1-İşe yaramaz, kof. 2-Gizli söz.
Fısdan: Elbise.
Fısır fısır: Sessiz sessiz.
Fışgılıh: İçine fışkı konulan yer, gübrelik.
Fışkı: Ahırın suyunu emmesi için zemine serilen tezeğin çok ufak hali, gübre.
Fışlamak: Suyun aniden bulunduğu yerden dışarı çıkması.
Fıttırmah: Delirmek derecesinde çok sinirlenmek.
Ficceten: Ansızın, birdenbire (ölmek).
Filankes: Falan kimse.
Fil fili olmah: “Her şeyde bir yanlış aramak” manasında bir Ahlat deyimi.
Filkete: Çengelli iğne.
Fincan direg: Ev inşaatında iki pencere arasına konan taş direğe verilen ad.
Fincan Oyunu: Evlerde eğlenmek için oynanan bir tür iddia oyunu.
Fint: Balmumundan yapılmış mum.
Fireng: Yabancı.
Firengi: Kapı kilidi, anahtar. Bir hastalık.
Firenk: Zahmetli iş.
Firğet: Firkat, acıklı ayrılış, ayrılık.
Firğetli: Üzüntü verici bir şekilde.
Fiske: Parmaklardan herhangi birinin ucunu başparmağın başına iliştirip birdenbire ileriye fırlatarak yapılan vuruş.
Fistan: Elbise.
Fistanlığ: Elbiselik kumaş.
Fisto: Nakışlarda bir çeşit kenar süsü.
Fişne: Vişne.
Fit olmak: Ödeşmek, uyuşmak.
Fit(Fitleme)vermeg: Birini başkasına karşı kışkırtmak.
Fit: Eşit, kabullenilmiş, hazır.
Fitdoz: Tavır ve davranışı hoş olmayan kadın.
Fites: Vites, araba hız düzeneği.
Fitesten atmak: Birden bire kızmak.
Fitil etmeg: Bıktırmak, usandırmak.
Fitir: Güneşin doğumundaki ilk saatleri.
Fitne: Karıştırma, kötülük çıkarma.
Fiyet: Fiyat.
Fiyongh: Kurdele süsü, fiyonk.
Fiza figan etmeg: Çok ağlamak, feryat etmek.
Folüm: Dolandırıcılık, kandırma.
Foggurdamah: Kaynamak.
Fors: Caka satmak, çalım.
Fort atmah: Hava atmak.
Fort: Palavra, yalan.
Fortmanto: Vestiyer, elbise askısı.
Fortumal: Cüzdan.
Fos: İçi boş, sönmüş.
Fosalmak: Şişkin bişeyin sönmesi.
Foter: Fötr şapka.
Fotin: Deri uzun konçlu ayakkabı, potin.
Foturaf: Fotoğraf.
Foya: Sır, suç, kötü nitelik.
Fugara: Yoksul, fukara.
Firğa: Fırka, parti.
Gab: 1-Kap. 2-İp, halat.
Gab: İp.
Gab: İp, halat.
Gaba: Kalın.
Gabahet: Kabahat, kusur.
Gabala: Toptan yapılan iş.
Gaban: Dağların ve kayaların yarılmasıyla meydana gelen geçit, yol veya yol kenarı kaya yığını.
Gabar: 1-Derinin üzerinde çalışmaktan oluşan sulu kabarcık. 2-Ev duvarı yapılırken bir sıranın en sonuna konulan taş.
Gabara: Kundura altına çakılan yuvarlak tepeli çivi.
Gabarama: Hindilerin tüylerini kabartması olayı.
Gabatlama: Sıkı doldurmama hileli ve seyrek doldurma işi.
Gabuh: Kabuk.
Gacık: Öküz arabasındaki öküzlere takılan örme süslü başlık.
Gaçah: Kaçak.
Gada: Dert tasa, kaza.
Gadak: Manda yavrusu.
Gadalı: Dikkatsiz.
Gadar: 1-Boğaz ve kalça eti. 2-Tavuk, horoz ibiği.
Gadaşo: Kardeşten yakın arkadaş.
Gade: Ağabey.
Gadfe: Kadife.
Gadragoz: Kendini beğenmiş, inatçı.
Gadık: Daldan ağaç altına düşen olgunlaşmış erik, kayısı.
Gador: Kabadayı, iriyarı.
Gaga: Şeker.
Gagaç: Gelincik çiçeği .
Gago: Kardeş.
Gah: Kalk.
Gahınç: Suçun yüze vurulması.
Gahveyi: Kahverengi.
Gak: Kak, elma ve armutun kurutulmuş şekli.
Gakkıl: Ceviz içinin bir bölümü.
Gal: Kal, misafir ol.
Gala: 1-Kale. 2-Ahlat’ta bir mahalle adı.
Galah: Kalmak, oturmak.
Galak: Kule biçimine getirilmiş bir yığın tezek.
Galdi: Kaldı.
Gale: Kaygısız, umarsız.
Galebe: Galibiyet, üstünlük, yengi.
Galefer: Kalorifer.
Galın: Kalın.
Galiston: Ekinlerin arasında çıkan yabanıl ot.
Galoç: Tabanı tahtadan yapılmış deri ayakkabı.
Gam: Harmanda buğday saplarını ezip tane çıkarmaya yarayan tahta döven aleti.
Gama: Tırpan bıçağının bulunduğu yerden kaymasını önlemek amacıyle tırpan bileziği ile tırpan sopası
arasına sıkıştırılan yassı ağaç parçası.
Game: Silah olarak kullanılan, ucu sivri, iki ağzı da keskin uzun bıçak. Kama.
Gamet: Takat,güç,derman.
Gan: Kan.
Gancıh: Dişi hayvanlar için kullanılan bir tabir.
Ganderek: Sabanı boyunduruğa bağlayan ağaç.
Gandıref: Sabanla boyunduruk arasında kullanılan ağaçtan çember.
Gando: Hantal yürüyen manasında Ahlat’ta bir lakap.
Gani getli helal: Öldürülmeyi hak etmiş manasında bir deyim.
Gapgara: Simsiyah, kapkara.
Gara: Kara, siyah.
Garabalıh: Kalabalık.
Gara çarşambalarda, gara donlara getmek: “Dönüşü olmayan yere gitmek” manasında bir Ahlat deyimi.
Garağol: Karakol.
Garali bayram: Cenazesi olan evin bir sonraki dini bayrama gelen zamanı.
Garamamolar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Garan: Birçok, fazla.
Garayel: Şiddetli esen bir rüzgar adı
Garayer: Mezar.
Gardaş: Kardeş.
Gareh: Halt.
Garga Çayı: Ahlat’ta Harabeşehir ve Tahtısüleyman Mahalleleri arasından akan çayın ismi.
Garga: Karga.
Gargış: Beddua.
Garın: Karın.
Garınca: Karınca.
Gari: Erkeğin eşi karısı.
Gark etmeg: Bırakmak, salmak.
Garli: Karlı.
Garmuç Çayi: Ahlat’ta bir çay adı.
Garmuç: Ahlat’ta bir köy adı.
Garne: Karne.
Garreh etmek: Bir işi eline yüzüne gözüne bulaştırmak.
Garşi: Karşı.
Garşini kesmeg: Yolunu kesmek, önünü kesmek.
Garşiya getirmeg: Yemek getirmek, yemek vermek.
Garta: Göbek bölgesi.
Gartmah: Boyun, el, ayaklardaki fazla kirlilik.
Gaşav: Hayvan tımarı için kullanılan alet.
Gaşgol: Atkı.
Gaşuh: Kaşık.
Gavah: Kavak
Gavim: Kuvvetli, sağlam.
Gavliye: Karyola.
Gavmah: Kovmak.
Gavur: Türk olmayan yabancılar için kullanılan bir tabir.
Gavut: Tereyağ ve un ile kavrulmuş bir tür kahvaltılık yiyecek.
Gayde: Genelde müzikal makam için kullanılan kural, kaide.
Gaye: Kaya.
Gayelig: Kayalık
Gayganah: Bir yumurta yemeği, omlet.
Gayil: Razı olmak, izin vermek.
Gayin: Gelinin ve damatın bir birine göre kardeşi.
Gayisi: Kayısı.
Gayiş: Kemer.
Gaymak: Kayak yapmak.
Gayneşig: Yerinde duramayan, kaynaşık.
Gayyim: Sağlam dayanıklı.
Gaz lambasi: İçinde gaz yağı yakılarak kaulanılan bir aydınlatma aracı.
Gazan: Kazan, büyük derin kap.
Gazınç: Şikâyet, sitem.
Gazi: Kazımak, çukur açmak.
Gazmah: Kazmak.
Gazo deresi: Ahlat’ta bir yer adı.
Gazuh: Kazık.
Ge: Gel, gelmek.
Gebol: Beyaz darıdan yapılan bir tür yöresel çorba.
Gecelmeg: Baş dönmesi.
Geç hayvan: Hareketli koyun ve keçilere verilen ad.
Geçi: Keçi.
Geçig: Keçi yününden yapılmış rengârenk boyanarak öküzlerin boynuzuna asılan uzun püsküllü süs.
Geçirt: Birini uğurlarken eşlik etmek.
Gede: Bebek, çocuk.
Gede: Kadar.
Gedem: Kadar.
Geder: 1-Kadar. 2-Kader.
Gedikpınar: Ahlat’ta bir köy adı.
Geh biçmeg: Hayıflanmak, kaybedilen bir şeyin ardından konuşmak.
Gej Kalmah: Geç kalmak.
Gej: 1-Akılsız, sersem, uyuşuk, aptal. 2-Geç kalmak.
Gejjo: Gerizekalı.
Gekke: Baba.
Gelberi: Tırmığa benzer bir tarım aleti.
Gelem: “Geleyim mi?” anlamına gelen soru ifadesi.
Gelen gelsin mi: Bir mahalle çocuk ve yetişkin oyunu.
Gelin kalktı evi yaktı: Beceriksiz ve dikkatsiz insanlar için söylenmiş bir Ahlat deyimi.
Gem: Hayvanın ağzına bağlanan halat veya ip.
Gemig: Kemik.
Gemürmeg: Kemirmek.
Genereş: Ahlat’ta bir yer adı.
Genş: Genç.
Gerandaluh: Serserilik.
Gerar: Karar.
Gerb: Batı.
Gerdan: Büyük baş hayvanların boyun altındaki sarkık deri.
Gerdanı kurd ola: Yediğin yiyecekler gerdanında kurt olsun anlamında bir Ahlat beddua sözü.
Gergi: Kağnı arabalarında kolların arasındaki açıklığıkorumak için takılan ağaç.
Gerki: Gerçi.
Germe barmah: Karış.
Gerneşmeg: Esneyip gerinme.
Gerneşig: Sürekli gerinmek.
Geş: Geç.
Geşdi: Geçti.
Geşget: Çek git.
Get: Git.
Getl: Cinayet, öldürme.
Getliam: Katliam.
Gevde: Gövde.
Geven: Dikenli yabani bir bitki.
Gevi: Damat.
Geybolmah: Kayıp olmak.
Geydi: Kayıtı, resmiyeti yükümlülüğü.
Geyim: Güçlü, kuvvetli.
Geyirmek: Giyinmek, süslenmek.
Geynana: Geline göre damadın annesi.
Geynata: Geline göre damadın babası.
Geynetmeg: Kaynatmak.
Geyraz: Kiraz.
Geytan: Erkeklerde bırakılan bir bıyık türü.
Geyyim: Kuvvetli, sağlam.
Gezo: Ağaçlardan akan yapışkan böcek salyası.
Gezzeb: Kızgınlık, öfke.
Gıble üzigari: Kıble rüzgârı, güneyden esen yel.
Gıble: Kıble, namaz kılma yönü.
Gıc et: Isırık al.
Gıc: ısırık.
Gıcetmeg: Isırmak.
Gıcıh: Gıcık.
Gıcıktan: Isırgan otu.
Gıcır gıcır: Tertemiz, yepyeni, pırıl pırıl.
Gıç: Kalça.
Gıda: Keçi.
Gıdık: Ufak, azıcık, küçük parça.
Gıdım: Azar azar.
Gıdik: Başın altında boyun bölümünde kilodan dolayı oluşan etli bölüm.
Gığ: Koyun pisliği.
Gığan: Öküz arabasındaki boyunduruğun arıklarını arabaya bağlayan deri kayış.
Gıhlar: Ahlat’ta bir mahalle adı.
Gıj: Isırık.
Gıjavuj: Çok sesli kalabalık.
Gıjık: Dolaşık karışık saç.
Gıjıldamak: İnce, ince ses çıkartmak, bağırmak.
Gıjirek: Sık, karışık saç.
Gıjjık: Karışık, dağınık saç.
Gıjla: Isır.
Gıjlamak: Isırmak.
Gıl: Kıl.
Gılav: Keçeden yapılan çoban giysisi.
Gılımboz: Pancar, pazı.
Gılıncık: Serçe parmak.
Gılınç: Kılıç.
Gılingo: Düğünlerde oynanan bir Ahlat halk oyunu.
Gıllez: Ağız suyu, salya.
Gılor: Yuvarlak.
Glorik: Yöresel olarak yapılan küçük köfte diyede adlandırılan bir Ahlat yemeği.
Gınarmah: Hakkına razı göstermemek.
Gınde: Kısa boylu, şişman.
Gındık: Küçük toprak kap.
Gındılo: Küçük, kısa boylu, çelimsiz.
Gındırga: Sıkıntıya sokmak, ezmek.
Gır: 1-Petrol zifti. 2-Kırılma (Ayaklarım gır olup). 3-Saçkıran.
Gıra: Henüz olgunlaşmamış karpuz.
Gıran: Taş yontma aleti.
Gırat: Kır renkli at, kırat.
Gırba: Deriden yapılmış su kabı, deri matara.
Gırboz: Kır saçlı.
Gırh: Kırk.
Gırhmak: Koyun veya keçilerin uzayan yünlerini traşlamak.
Gırıldamah: Hırlamak.
Gırik: Gırtlak.
Gırjon: Buğday ve otların değersiz sert kısımları.
Gırjon: Buğday ve otların hayvanların yemediği değersiz sert kısımları.
Gırlıganla gırh kişi: Çok misafir var anlamında bir Ahlat deyimi.
Gırligan: Çok kalabalık.
Gırmizi: Kırmızı.
Gırnap: Yorgan ipi.
Gırp: Kırp.
Gısrah: Atın yavrusu.
Gış: Kış .
Gışın: Kış mevsimi süresinde.
Gışlıh: Kışa kaldırılan kışa ait veya özgü olan.
Gıt: Az bulunan.
Gıtlıh: Kıtlık.
Gıyafet: Kıyafet.
Gıyli: Tepsi.
Gıyamat: Kıyamet.
Gıymatli: Kıymetli.
Gız: Kız .
Gızdır: Isıt.
Gızdırma: Sıtma hastalığı.
Gızger: Büzüşmüş, yaşlanmış, hastalıklı.
Gızışmak: Kendini soğuktan küçültüp bir araya gelmek.
Gızmer: Pısırık.
Gice: Gece.
Gidek: Gitmek .
Gidirik: Beraberce gitmek.
Gine: Yine, tekrar.
Ginen: Genede, yinede.
Girmi: Yirmi.
Gizlin: Gizlice.
Glorik: Boyutları bilye kadar olan ince bulgur ve kıyma ile yapılan ufak köfte yemeği.
Gobbal: Baston.
Goc: Et doğramak ya da et koymak için kullanılan kütük 2-Üzerinde çalı çırpı doğranan kütük.
Gocat: Büyük tatlısu balığı (genelde Nazik gölünden çıkan aynalı sazan için kullanılır).
Goccuk: Lahana sapı.
Gocod: Büyük.
Gocuk: Kaban, mont.
Goço: Koçum anlamında bir hitap deyimi.
God: Tahtadan yapılmış buğday ölçü birimi.
Goduh: Hazır yiyen, yiyici.
Goduk: Topraktan yapılmış pişmiş yemek kabı.
Godumuk: Yaprakları yenen bir tür dere bitkisi.
Gogo: Taze cevizin kabuklarından ayrılması.
Gograv: Öküzlerin boynuna takılan çıngırak zinciri ve süsü.
Goğ: Tandırın ağız kenarı.
Goğp: Öküz arabasındaki marala bağlanan toprağı sürmeye yarayan metal.
Goğuk: Ağaç gövdesinde açılmış geniş oyuk, kovuk.
Gohar: Koyunların kırda yatırılıp dinlendirildiği yer.
Gohi(Gohu): Koku.
Gohuli: Kokulu.
Golli: Kolu sapı olan su kabı.
Golo: Köpek.
Golom golom: Öbek öbek.
Golon: Kolon, sütun.
Golot: Kısa.
Golotto: Çok kısa.
Goloz: Hayvan gübresi.
Goltuh: 1-Koltuk. 2-Ev inşaatında Ahlat taşının yapıştığı yere verilen ad.
Goluk: Hayvanların Kalınlaşmış diz kapağı derisi.
Golum: Yığın, yığıntı, birikmiş.
Gomitan: Komutan.
Gomşi: Komşu.
Gomo: Büyük.
Gon: Çingene obası.
Gondolo: Kaba saba çoban sopası.
Gonolar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Gonsol: Çekmeceli mobilya.
Gop: Kolsuz (Genelde kısa kesik tüm nesneler için kullanılır).
Gopça: Kopça, etek ve pantolon ağızlarını iliklemeye yarayan metal geçme.
Goplor: Sabanı arehe bağlayan, ağaçtan yapılmış çiviye benzer bağlantı parçası.
Gopter: Kolu kısa.
Gor: Öbür dünya, mezar.
Goranlık: Hayvan gübresinin toplandığı alan, hayvan dışkısı dökülen yer.
Gorbagor: 1-Çok derine gömülmek. 2-Ölmüş birisi için sövüp saymak.
Gorhmah: Korkmak.
Gort: Yumak.
Gorzivel: Kara sabanda oku boyunduruğa bağlayan parça.
Goş: Koş.
Goşto: Şişman.
Got: Kesik, kesilmiş.
Gottik: Sigara izmariti.
Gotur: Uyuz hastalığı.
Gova: Kova.
Govertdi: Bıraktı, koyverdi.
Goya: Güya, sözde, sanki.
Goyun: Koyun.
Göbelek: Mantar.
Göcük: Şubat ayına denk gelen kış ayı.
Göçürgen: Eskiden halka evlenme ve düğün olayını duyuran kişi.
Göde: Şişman.
Göden: Nefis, istek arzu.
Gödenli: Nefsine hakim olamayıp sürekli yeme isteği duyan, açgözlü.
Gögercin taklası: Bir mahalle çocuk ve yetişkin oyunu.
Gögercin: Güvercin.
Gögermek: Bitkinin topraktan yeni çıkma ve yeşermesi durumu.
Gölgören: Ahlat’ta bir köy adı.
Göllenmeg: Suyun birikip gölcük olması.
Gön: Deri, hayvan derisi, kösele, tabaklanmış deri.
Görmeg: Nişanlı kız ziyareti.
Görsed: Göster.
Görümce: Erkeklerin eşlerine göre kız kardeşlerinin ismi.
Görüp geçirmeg: Yaşarken çok şey görmek.
Gösük: Göğüs.
Göyni: Gönlü, gönül rızası.
Göynüm: Gönlüm.
Göyün: Gönül.
Göz: 1-Oda.2-Suyun çıktığı yer.
Göz etmeg: Gözü ile işaret vermek.
Göz koymak: Bir şeyi elde etme isteği.
Göz vurmah: Nazar etmek.
Gözel: Güzel.
Gözemek: İple onarmak, elbisenin yırtılan yerini dikmek.
Gözi gamaşmah: Işıktan gözün bir şey görmemesi.
Gözi kesmeg: Gücünün yeteceğini düşünmek.
Gözi seçmeg: Gözün iyi görmemesi.
Gözi tökülmeg: Gözün akması, çıkması.
Gözleri felfecri okumak: Genelde gözü açık insanlar için kullanılır.
Gözü düşmek: Aşık olmak, sevmek.
Gözü götürmemek: Kıskanmak, istememek.
Granda: Kadınların baş veya boyunlarına taktıkları büyük altının yanında takılı küçük altınlar.
Gubane: Kurban.
Gubarmah: Övgü karşısında şişmek, kabarmak, kibirlenmek.
Guc etmeg: Kucaklamak.
Guc: Kucak.
Guce: Kucak yap.
Gucet: Kucakla.
Gucuma ge: Kucağıma gel.
Guda: Dünür.
Gudum: Yudum.
Gudumsuz: Hayırsız.
Gudurir: Kudurmak.
Guduz: 1-Şapka siperliği. 2-Gaga. 3-Hayvan hastalığı.
Gul: Kul.
Gulah: Kulak.
Gulağa giren: Kuyruğu kıskaçlı küçük bir böcek türü.
Gulbağa: Kurbağa.
Gulgula: Dedikodu, riya ve dedikodu ortamı.
Gulunç: Kürek kemikleri arası, kol, omuz.
Guluşga: Alüminyum veya çinko su bardağı.
Gum: Kum.
Guma: Kuma.
Gumbo: Dönerek takla atmak.
Gumburuk: Yumruk
Gumguma: Dedikodu, bir konu hakkında ileri geri konuşmalar.
Gumsuk: Hafif şiddetli yumruk.
Gundah: Bebekleri sarmak için kullanılan bir çeşit örtü.
Gunduk: Toprak, tencere, güveçlik.
Gurban: Kurban.
Gurdeşen: Ciltte çeşitli sebeplerle oluşan kaşıntılı döküntü.
Gurdezen: Topraktan yapılmış yayvan toprak kap, leğen.
Gurgur baba: Gök gürültüsü.
Gurguşun: Kurşun.
Guri: Kuru.
Gurk: Anne tavuk.
Gurka yatmah: Anne tavuğun kuluçkaya yatması.
Gurşah: Kuşak, bele bağlanan bez.
Gurt gurt ge meni ye: Sorun çıkarmaya çalışan insanlar için kullanılan bir Ahlat deyimi.
Gurt: Kurt.
Guruk: Boğazın şişmesi ve kuru öksürükle birlikte sesin kısılması ile kendini gösteren bir hastalık.
Gurum: Kurum. Ocak ve soba bacalarında biriken is tabakası.
Gurut: Kuru duruma getirmek.
Guruşka: Yığın et.
Guş: Kuş.
Guşhana: Tencere.
Guşhane: Ahlat’ta bir köy adı.
Guşka: Su bardağı.
Guştiyan: Ahlat’ta bir köy adı.
Guti gurumak: Donup kalmak hayrete düşmek, çok korkmak.
Gutlanda: Bitince.
Gutni: Kaliteli.
Gutti: Bitti.
Gutulmah: Bitmek, serbest kalmak.
Guvang başi: Halay başı.
Guvang: Halay, peşrev.
Guvank kurmah: Halk oyunu için oyuna kalklak.
Guvvatli: Kuvvetli.
Guyi: Kuyu.
Guyruh: Kuyruk.
Guzi kulağı: Bir tür yenilebilir yabanıl ot.
Guzi: Kuzu.
Guzlamak: Koyunun erken doğması.
Guzzuk: Boyu kısa, kambur ve eğik olan kimse
Güj: Güç.
Güji yetmeg: Gücü yetmek, üstesinden gelmek.
Güleş: Güleç, yüzü gülmek.
Güleşçi: Güreşçi.
Güleşmeg: Güreşmek.
Gülle: Bilye,misket.
Güman: Derman, çare, umut, güç, takat.
Gümrah: Çok sık, gür.
Gümürze: Doğranarak samana karıştırılmış ot, hayvan yemi.
Gün çalmak: Günün ışıması, şafak vakti.
Gün ekmegine möhtac olmah: Çok yoksul olmak, hiçbir şeyi kalmamak.
Gün geçirtmeg: Yaşamak.
Gün görmeg: Rahat etmek, güzel yaşamak.
Gün kahmag: Akşam, gün batımı.
Gün orta: Öğle zamanı.
Gürz: Bir şavaş silahı.
Güş etmeg: Boca etmek.
Güyer: Yeni doğmuş dişi keçi.
Güz: Sonbahar.
Güzelsu: Ahlat’ta bir köy adı.
Güzgi: Ayna.
Güzün: Sonbaharda.
Güz cucasi: Zamansız çıkan civ civ.
Ğabak: Kabak.
Ğada bela tifah almah: Başkasının başına gelecek kaza belayı kendi üstüne almak anlamına gelen
Ahlat dua sözü.
Ğada bela vermiye: “Başına bela gelmesin” anlamında bir Ahlat duası.
Ğadaların alam: “Sana gelen bana gelsin” anlamında kullanılan bir Ahlat dua sözü.
Ğadar: Kadar.
Ğade: Kadar.
Ğader: Kader.
Ğah: Kalk.
Ğahasan: Kalksana.
Ğahmak: Kalkmak.
Ğam: Gam, döven.
Ğanav: Toprağın nemi.
Ğaneet: Kanaat.
Ğap: ip.
Ğarabalığ: Kalabalık.
Ğardaş: Kardeş.
Ğareh etmek: “Halt etmişsin, yapmışsın” anlamında bir deyim.
Ğarlanguş: Kırlangıç.
Ğarreh etmeg: Bir işi eline yüzüne, gözüne bulaştırmak başaramamak.
Ğarşi kesmeg: Yolunu, önünü kapatmak kesmek.
Ğarşi: Karşı.
Ğartmağ: Çok Kirli.
Ğaş: İşkembe.
Ğaşıl: Ezik, ezilmiş yiyecek.
Ğavha çıharmah: Kavga çıkarmak.
Ğavha: Kavga.
Ğaye: Kaya.
Ğayin: Kayın.
Ğaynana: Kaynana.
Ğaynata: Kaynata.
Ğaynet: Kaynat.
Ğayyim: Kuvvetli.
Ğaz ocaği: Gaz yağıyla yanan ocak.
Ğazi: Gazi.
Ğecer: Kacer, Ahlat’ta bir mahalle adı.
Ğeçig: Keçi yününden yapılan rengareng boyanarak öküzlerin boynuzuna asılan püsküllü süs.
Ğeddem: Kadar.
Ğede: Öğle.
Ğeder etmeg: Kaderi gerçekleşmek.
Ğeder: Kader, yazgı.
Ğehve: Kahvehane.
Ğem: Gam, dert.
Ğemet: Namazda kamet getirmek.
Ğeneet: Kanaat, yetinme.
Ğenefce: Kanaviçe, nakış.
Ğenefe: Kanepe.
Ğerğol: Gark olmak, boğulmak, kaplanmak.
Ğeter ğeter: Katar katar.
Ğeybet: Kaybetmek, yitirmek.
Ğeybol: Kaybolmak.
Ğeye: Gaye, amaç.
Ğeyğenah: Omlet.
Ğeyipirmeg: Üstüne gitmek, söylenmek.
Ğeymah: Kaymak.
Ğeyne: Kaynamak.
Ğeynet: Kaynatmak.
Ğez: Kız anlamında bir çağırma ünlemi.
Ğezil: Keçi kılı.
Ğezzebe gelmeg: Hiddetlenmek, öfkelenmek.
Ğına yahmah: Kına sürmek, kına yapmak, kınalanmak.
Ğıran: Öldürücü salgın hastalık.
Ğırh: Kırk.
Ğırık: Kırık.
Ğırliğan: Çok kalabalık.
Ğırnaz: Kurnaz.
Ğış etmeg: Öldüresiye dövmek.
Ğız: Kız.
Ğod: Tahtadan yapılmış bir çeşit tahıl ölçeği.
Ğoh: Kok.
Ğohmah: Kokmak.
Ğohu: Koku.
Ğop: Öküz arabasının önündeki döven tahtası.
Ğorhma: Korkma.
Ğorhmagınan: Korkmayasın.
Ğurug: Üşütmek sesi kısılmak.
Ğuruş: Kuruş.
Ğutar: Kurtarmak.
Ğuzlamah(Guzlamah): At, eşek gibi hayvanların doğurması.
Harabaşehir: Ahlat’ta bir mahalle adı (Ahlat’ın eski merkez mahallesi).
Ha bu nağmet: “İşte bu nimet üzerine” anlamında bir Ahlat yemin sözü.
Ha bu: İşte bu.
Ha vala: Evet yemin ederim ki.
Ha: Evet.
Hababam: Sürekli daima.
Haban: Tek gözli heybe.
Habar: Haber.
Habari olmah: Haberi olmak.
Habbe: Karanlık.
Habele: İşte böyle.
Habipli: Ahlat’ta bir yer adı.
Habu: İşte bu.
Habura: İşte bura.
Halbusan: Hâlbuki.
Hac yolu: Bilye veya cevizle oynanan bir çocuk oyunu.
Hacet: 1-Alet, edevat. 2-Erkek üreme organı.
Hacı Nine Kümbeti: Ahlat’ta bir kümbet adı.
Haça: Ağacın dalı gövdesi.
Haçan: Ne zaman, ne vakit.
Haççik: 1-Çelimsiz kız. 2-Ermeni kızı.
Haçirdek: Tandır üzerine tencere koymaya yarayan, çeşitli biçimde olan iki taş üzerine koyulan yassı demir ızgara.
Hafız: Kör.
Hafsele: Sabır.
Hafti reng: Tüm renkler.
Hağh: Halk Ailenin dışıdan olan, başkası başkaları.
Hah: Halk.
Hakgatenki: Gerçekten, hakikaten.
Hakket: Hakikat, gerçek.
Hakkıldamak: Kahkaha atmak.
Hakkılti: Kahkaha, gülme.
Hal ehval: Olaylar, yaşananlar.
Hala gada: Keder, dert, bela.
Halaşor: Kor ateşte dışı pişmiş içi pişmemiş, kıvamını almamış yemek, ekmek yiyecek.
Halaza: Kendiliğinden tarlada çıkan ekin.
Halda: Durumda.
Halet: Hediye.
Halhala: Karmaşa, karışıklık.
Halim: Kıvam.
Halimlenmek: Kıvama gelmek.
Halise: Dögme ve et ile yapılan düğün yemeği.
Hallah hallah: Şaşırma veya beklenmedik bir durumla karşılaşıldığında söylenen bir söz.
Hallar: Durum, hal.
Halle: Hile.
Halleci: Hile yapan.
Halper: Hafif yanmış.
Halt etmeg: Hata yapmak, kabahat işlemek.
Halt: Kabahat.
Ham et: Lokmayı ye veya yut (Çocuklara yemek yemeleri için söylenen bir söz.)
Ham: Ye.
Hama hama: Hemen hemen.
Hama: Ama.
Haman: Hemen, çok çabuk.
Hamarat: Elinden her iş gelen ve yapan çalışkan.
Hamayıl: Boyuna asılan nuska.
Hambele: İşte böyle, aha böyle.
Hambu: İşte bunlar.
Hamlamah: Uzun süre dinlenen vücudun ani bir çalışma veya hareket sonrasında verdiği ağrılı tepki.
Hampa: Emsal, arkadaş
Hamur teşti: İçinde hamur yoğrulan büyük leğen.
Hamzali: Ahlat’ta yatırların bulunduğu bir yer adı.
Hamzaoğli Gabani: Ahlat’ta ot dağından inerken geçilen zorlu bir yol geçiti.
Han baği: Ahlat’ın içinde geniş bir arazi üstünde iki kardeş tarafından kurulan bağlık, bahçelik geniş arazi.
Hanav: Toprağın tavı, ekime hazır hale gelmesi.
Hanek etmeg: Şaka yapmak.
Hanek: Şaka.
Hanım gezdiren: Rahat, tasasız.
Hanik: Ahlat’ta bir köy adı.
Hansı: “Hangisi?” anlamına gelen bir soru ifadesi.
Hara: “Nere?” anlamına gelen bir soru ifadesi.
Hara: Yeni yapılan duvarların arasına harçla birlikte doldurulan taş parçaları.
Haraba: Yıkık, harabe.
Harabaşehir: Ahlat’ta bir mahalle adı (Ahlat’ın eski mekezi mahallesi).
Haradan: “Nereden?” anlamına gelen bir soru ifadesi.
Haraya: “Nereye?” anlamına gelen bir soru ifadesi.
Harazan: Büyük kamçı.
Harb davasi gör: Savaşmak istemek.
Harbi umumi: 1. Dünya savaşı.
Harç: Kum ve çimento karışımı.
Harda: “Nerede?” anlamına gelen bir soru ifadesi.
Hardan: “Nereden?” anlamına gelen bir soru ifadesi.
Hardasa: “Nerede ise” anlamına gelen ifade.
Harek: Toprak kapları pişirme işleri.
Harik: Isınmak, güneşlenmek.
Hariklenmeg: Isınmak, çömleğin ısınarak yemek pişirilecek sıcaklığa gelmesi, güneşe dönerek ısınmak.
Harkuşta: Bir Ahlat folklor oyunu adı.
Harman tök: Harman işlemine başlamak.
Harman: Buğday tanelerinin başaklarından ayrıldığı yer veya mevsim.
Harnıç: Sıcak su.
Harol etmeg: Toprağı sürmek.
Harol: Tohum, buğday ekmeğe yarayan alet, saban.
Harse: Yetişkin genç kız.
Haruşa: Elle dokunan kazağın üzerindeki şekiller ters örgü.
Hasan Hisen: Hasan, Hüseyin adlarının Ahlat ağzındaki söylenişi.
Hasan Padişah Kümbeti: Ahlat’ta bir kümbet adı.
Hasankehyalar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Hasan Padişah: Ahlat’ta bir kümbet ve kümbetin bulunduğu mevki adı.
Hase: Bir tür kumaş patiska.
Hasil olmah: Ortaya çıkmak.
Hasrüng: Ahlat’tın bir köyünün adı.
Hasüd: Kıskanç kendinden başkasını düşünmeyen, haset.
Haş: Çekirdekli kayısı kurusu.
Haşek: Çöp, süprüntü.
Haşem: Çok.
Haşil: Ezilmiş olan, lapa yemek.
Haşiller: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Haşimhanlar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Hataraf: Hangi yön.
Hatın: Eş, hatun, kadın.
Hatır: Gönül.
Hatirli: Sözü dinlenen, sözü geçen.
Hav: İstek.
Havaciva: Boşu boşuna.
Havai: Ahlat’ta eski bir mahalle adı.
Havan: İçinde yiyeceklerin dövülüp ezildiği metal kap.
Havar atmak: Çığlık atmak , yardım istemek, haber vermek.
Havar: İmdat, haber.
Havas: 1-Bir şeye karşı duyumsanan istek, eğilim, arzu. 2-Gelip geçici istek. 3-Heves.
Havaslanmak: Heves etmek.
Havaya gahmah: Yerden yükselmek.
Havayi Baba: Ahlat’ta bir ulema türbesi.
Havayi: 1-Aklı yukarılarda dolaşan. 2-Havalı, fiyakalı.
Havce: Ayrılıp gidenle birlikte olmama gitmeme durumu.
Havini almak: İstediğini almak.
Hay: Boş işe yaramaz şeyler için kullanılan bir ünlem.
Haya: Utanma duygusu.
Hayana: Nereye, hangi tarafa.
Hayıf: İntikam (Hayıfımi aldım).
Hayına bakmak: Çaresine bakmak, çözmek.
Hayında olmak: Farkında olmak.
Hayında olmamak: İlgilenmemek.
Hayif: Yazık, acıma, üzülme.
Haylamak: Azarlamak.
Haytmek: Aklı başından gitmek, çıldırmak.
Hazeran(Haziran): Alıç.
Hazne: Hazine.
He: Evet,peki.
He hey: Küçümseme anlamında kullanılan bir söz.
He menim babam: Evet benim babam.
Hebbe: Hastalık.
Hebbi: Hepsi, tümü.
Heç: Hiç.
Heçmiheç: Hiç mi hiç.
Hed: Sınır, uç, son.
Heddi hesabi yoh: Ölçüsüz, çok fazla.
Hedik: Buğday ve nohuttan yapılan bir tür yemek.
Hedse: Hadise olay.
Hefde: Hafta.
Heggeten: Hakikaten, gerçekten.
Hegiget: Hakikat, gerçek.
Hegirlen: Kendini suçlu hissetmek.
Hej: Hac.
Heket: Hikâye.
Hekget: Hakikat, gerçek.
Hekkel yakin: Bir bilginin hakikatine ermiş.
Helal: Helal, dinen uygun.
Helbet: Elbet, elbette.
Helbür hurmasi: Ahlat’ta yapılan bir tatlı çeşidi.
Helbür: Elek.
Helim aşi: Döğme, kuru bakla, beyaz fasulye ve nohuttan yapılan bir Ahlat yemeği.
Helis: Yemeği ve turşusu yapılan bir çeşit yabani sütlü bir bitki.
Heliver: Tarlada, tarlayı süren aracın dönebilmesi için bırakılan tarlanın her iki ucundaki sürülemeyen yer.
Hellada Hel: Alay etmek ya da ayıplamak için söylenen, oyunda ebeyi kızdırma sözü.
Helle: Hile.
Helvasi kozi birine, osuruği tozi birine: Birinin bir şeyin en iyisini, diğerinin en kötüsünü elde etmesi.
Hemam: Hamam.
Hemayıl: Muska.
Hemdolsun: Allah’a şükürler olsun.
Hemmal: Hamal.
Hengame: Karmaşa.
Hep: Bir, bir tane.
Hepbi: Hepsi.
Heppisi: Hepsi, tamamı.
Her görmiyesen: Hayır görmiyesin anlamıda bir Ahlat deyimi.
Her: Hayır, iyilik.
Heram ola: Bir şeyin olmadığını onun onun sıkıntısının çekildiğini vurgulamak amacıyla söylenen bir söz.
Herb: Savaş.
Herk etmek: Tarlayı sürüp dinlenmeye bırakmak.
Herkendas: Ateş küreği.
Herkeş: Bütün hepsi herkes.
Herli: Hayırlı.
Herlisinen: Hayırlısıyla.
Hers: Sinir, hırs.
Herse Çalmah: Herse yemeğini yapmak, her şeyi pişirinceye kadar tandırda küpün içinde karıştırmak.
Herse: Tavuk veya dana etiyle dövmenin pişirilmesiyle yapılan bir Ahlat yemeği.
Hersimi almak: Hırsımı öfkemi almak.
Hersiz: Hayırsız.
Herslenmeg: Sinirlenmek.
Hersli: Sinirli, asabi.
Hersong: Ahlat’ta bir köy adı.
Hes Dolmasi: Pancar yapraklarından yapılan bir tür sarma dolma Ahlat yemeği.
Hesabına gelmeg: İşine gelmek, uygun görmek.
Hesbe: Hasibe, Ahlat ağzında bir isim kısaltması.
Hesde: Hasta.
Hesed: Kıskanç.
Hesedlig etmeg: Kıskançlık etmek.
Hesrüng: Ahlat’ta bir köy adı.
Hestehana: Hastane.
Hestelig: Hastalık.
Hesür: Hasır, yere serilen sazdan yapılmış sergi, kilim altlığı.
Heş: Hiç.
Heşe: Haşa, Allah uzak etsin anlamında bir ünlem.
Heşem: Çok, fazla.
Heşil: 1-Ezilmiş olan, lapa yemek. 2-Koyu un çorbası.
Hetir isde: Müsaade istemek, izin almak.
Hetir: Hatır
Hetirine düşmeg: Hatırlamak.
Heveng: Bir ipe geçirilerek dizilmiş, bir çubuğa ya da birbirine bağlanmış yaş meyve ya da sebze bağı.
Hevür: Burulmuş erkek keçi.
Heya: Utanma.
Heybe: Yük çuvalı, heybe.
Heyet (Hayat): Avlu, salon, hol.
Heyvah: Eyvah.
Heyvan: Hayvan.
Hezne: Hazine.
Hı hı etmeg: Çok ağladıktan sonra iç çekmek, ses çıkarmak.
Hıç: Kayısı, erik, vişne ağaçlarının kabuklarının üzerinde olan kurumuş reçine.
Hıdar Baba: Ahlat’ta mezarı olan ulema yatır adı.
Hıdar: Ahlat’ta bulunan futbol stadının bulunduğu bölgenin adı.
Hıdır: Hazır, çabuk.
Hıdırelyaz: Hıdırellez.
Hıhe: Konuşmalarında aksayan, içinden konuşan.
Hılper: Perişan.
Hım hım: Duyulmayacak şekilde burnundan konuşan.
Hım: Duvar yapımında iki taş arasında kalan aralık. Duvar temeli.
Hına: Kına.
Hınçik: Basık burunlu.
Hınemli: Dünür.
Hının: Ahlat’ta bir köy adı.
Hınkıf: Emsal, akran.
Hıra gür: Gürültülü, patırtılı bir şekilde bir yere gitme veya girme.
Hırbo: İri yarı, kaba saba kimse.
Hırgür: Gürültü, patırtı.
Hırha: Hırka, kolsuz yün yelek.
Hırhana: Çoluk çocuk kalabalık bütün aile akrabalar.
Hırhaşenk: Etrafa dağılan.
Hırhıç: Çalı çırpı yakacak şeyler.
Hırhır gülmeg: Sesli gülmek.
Hırhız: Hırsız.
Hırli: İyi, hayırlı, uğurlu.
Hırnik: Sümük.
Hırt atmah: Ayağın boşa gitmesi veya ağır malzeme taşınmasından dolayı oluşan bel ağrısı.
Hırt: Atların arka ayaklarında görülen hastalık.
Hırtheşıl: Ezilip parçalanmış.
Hırtlanboz: Ne idüğü belirsiz kimse.
Hırtlek: Boğaz.
Hısım: Akraba.
Hısla: Çal, hırsızlık et.
Hıslamak: Çalmak, izinsiz almak.
Hışır: Boyuna takılan süs kolyelerinin çıkardığı sesler.
Hışti: Çuvaldızın büyüğü, biz, iğne.
Hıte: Boğaz, yutak.
Hıti: Kabuğu çizgili ve nadiren tüylü kabakgillerden bir sebze çeşidi, acur.
Hıyal: Hayal, rüya.
Hıyartang: Ahlat’ta bir köy adı.
Hıyarto: Yöresel sövgü sözü.
Hızan: Sonbahar.
Hızar: Kereste biçen makine.
Hızek: Kızak.
Hızır elizden tuta: Ahlat’ta bir dua sözü.
Hızmeker: Hizmetçi.
Hıznan: Çabucak.
Hic: Yeni doğum yapmış hayvanın ilk sütü.
Hilaf: Yanlış.
Himdi: Şimdi.
Hin: İçten pazarlıklı, kurnaz ve açıkgöz kimse.
His: Duman kiri.
Hisen: Hüseyin isminin Ahlat ağzındaki karşılığı
Hizaba: Aynı sırada hizada.
Hizmeker: Hizmetçi.
Hodah: Çiftçi yamağı, erkek hizmetkâr.
Hodak: Öküz arabasının baş tarafından altına konan kara çavı tutan ağaç yastık.
Hof: Korku.
Hoflanmak: Korkudan ürkmek, irkilmek, heyecanlanmak, iç sıkıntısı geçirmek.
Hofulti: Derin nefes almak, horlamak.
Hogeç: İki yaşına giren erkek kuzu.
Holhol: Boş boş.
Holopah: Ağaçtan kapı kilidi.
Hop: Sabanın ucundaki sivri demir parçası.
Hopbadanak: Aniden ortaya çıkmak, ortaya atmak.
Hoppa: Ağırbaşlı olmama durumu.
Hora: Küçük taş parçası.
Horasan: Harçla sıvanan ya da örülen duvar.
Hori: Huri.
Horoz gözü: Bir tür oya dantel motifi.
Hort: Şişman.
Hortto: Çok şişman.
Horuk: Kağnıyı çekemeyen öküzlere yardım için bağlanan yeni bir çift öküz.
Horum: Bir bağlam ot, ot balyası.
Horumpak: Kapıların arkasında bulunan ağaçtan yapılmış kapı sürgüsü.
Hoşbeş: Sohbet etme, hal hatır sorma.
Hoşlaşmak: İyi bulmak, karşılamak.
Hoşluhnan: İyilik ile.
Hoşluk etmek: İyi davranmak.
Hoşluk: İyilik.
Hoşuna getmeg: Beğenmek, hoşuna gitmek.
Hoynar: Heynar.
Hozan: Ekin biçildikten sonra tarlada kalan saplar, anız.
Hökümat: Hükümet, devlet yönetimi.
Hönkür hönkür: Sesli sesli ağlamak.
Hubbe: Büyüklenmek, böbürlenmek.
Huhi: İyiden iyiye, epeyce, tamamen.
Hulik: Ahlat’ta bir köy adı.
Hunik: Kısık ateş.
Hunuk: Az harlı ateş.
Hurdahaş: Her tarafı dağılmış parça parça olan.
Hurt: Semiz, toplu, şişman.
Hurthaş: Yorgun ve güçsüz halsiz düşme.
Huvan: Ilık.
Huvanlamak: Sıcak suyu soğuk su ile ılık hale getirmek.
Huvarda: Çapkın,gözü dışarıda
Huylanmak: Şüphelenmek.
Hüseyin Timur: Ahlat’ta bir kümbet adı.
Hüş: Sus.
Ifah: Küçük.
Ihdiyar: İhtiyar.
Ihıldamah: Hasta birinin yatarken çıkardığı ses.
Ihlaya pıhlıya: Nefes nefese.
Ildız: Yıldız.
Imışah: Yumuşak.
Inanmah: İnanmak.
Incık cıncık: En ince ayrıntısına kadar.
Irağ ola: Uzak olsun manasında bir Ahlat deyimi.
Irağ: Uzak.
Irğet: Tarla işçisi, ırgat.
Irlamak: Türkü söylemek.
Isı: Sıcak.
Issıdma: Sıtma hastalığı.
Islah: Terbiye.
Ismıhtikan: Bir çeşit diken.
Issisu: Sıcak su kaplıca.
Işgırıh: Hıçkırık.
Işıh: Işık.
Işımah: Parlamak, parıldamak.
İskender Paşa Camii: Kale mahallesindeki Osmanlılardan kalan camii adı.
İbana: Utangaç, içine kapanık, çekingen.
İbre: Tüp gaz.
İbrıh: Su kabı, genelde abdest alırken kullanılan kulplu su kabı.
İcar: Kira.
İç etmeg: Kendine mal etmek, sahiplenmek.
İçerlemek: Üzüntüsünü içine atmak.
İçim dışıma çıhti: Çok midem bulandı.
İçine kurt düşmek: Kuşkulanmak, kafası karışmak.
İçli küfde: Et, ince bulgur ve iç yağı ile yapılan bir tür Ahlat köfte yemeği.
İd: Evlerin kapı arkalarına yapılmış ipli askı.
İdame: Sürdürme, devam ettirme.
İdara etmeg: Bulduğuyla yetinmek.
İdara lambasi: Gaz lambası.
İdara: Geçim, ekonomi.
İddeğe: İddia.
İdolar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
İfaget: Hastalıktan kurtulma, iyileşme anlamında bir isim.
İfağ: Ufak, küçük.
İfah: Ufak, boyutları normalden küçük.
İfrid: İçini kemiren, meşgul eden şey.
İgid: Yiğit.
İgirmi: Yirmi.
İgne: İğne.
İhayın: Hain, kalleş.
İhdimat: İtimat, güven.
İki gözünde iki çeşme ahmah: Gözünün yaşı sel olmak.
İki Kuba Darphanesi: Ahlat’ta İki Kubbe Mahallesindeki tarihi darphane (Para basım yeri).
İki Kuba: Ahlat’ta İki Kubbe Mahallesi.
İkileme: Ekin ekmeden önce tarlayı ikinci kez sürmek.
İkindi: Öğle ile akşam arası vakti.
İl: Yıl.
İlan: Yılan.
İlana ağu veren: 1-Yeşil renkli bir kertenkele türü. 2-İçten pazarlıklı, hin insanlar için söylenen bir Ahlat deyimi.
İlancık: Cerahatli bir kemik hastalığı.
İlangaç: Çıyan.
İlantaraği: Kırkayak.
İlaş: İlaç.
İldeğini: Ölümcül zehir.
İleri geri: Gelişigüzel.
İliman: Düzgün, pürüzsüz, parlak yüzey.
İlişir: Bir önceki yıl, sene.
İlitme: Yağda pişirilmiş yumurta.
İlkgüzün: Eylül ayına denk gelen sonbaharın ilk ayı.
İllaç: İlaç, em.
İllada: Israrla, mutlaka.
İllah: İllaki, mutlaka.
İllahım: İllaki, kesinlikle.
İlman etmeg: 1-Yüzeyi düzgünleştirmek, parlatmak. 2-Ağacı törpüleyip inceltmek.
İlman: Düzgün, parlak.
İlmarazi: Ölümcül hastalık.
İlmel yakin: İlimle bir şeyi bilmek, tanımak.
İmamli Bulaği: Ahlat’ta eski bir çeşme adı.
İmamli: Ahlat’ta bir mahalle adı.
İmamoğullari: Ahlat’ta bir aile lakabı.
İmanli peynir: Yağlı inek ya da koyun peyniri.
İmansız peynir: Yağsız inek ya da koyun peyniri.
İmdad eylemeg: Tehlikede olan birine yardım etmek.
İmdad: İmdat.
İmeklemek: Bebeğin dizlerinin üstünde ellerini kullanarak sürünmesi.
İnad etmeg: Sinirlenmek.
İnadi kız: Çok sinirlenmek gözü bir şey görmemek.
İnahla: Lahana.
İnahla dolmasi: Lahana ile yapılan bir Ahlat yemeği.
İncığ: Diz, ayak bileği, baldır veya kaval kemikleri.
İncidmeg: Rahatsız etmek.
İncinmeg: Acımak, sızlamak.
İnd: Nazar, kat.
İndir etmek: Gurur yapmak.
İneği kat: İneği sürüye katmak.
İnnab: Emir, öğüt, besin, gıda.
İpranmah: Yıpranmak.
İrah: Uzak.
İrat: Miras.
İrbişim: Parlak, ipek iplik.
İreli: İleri.
İrelle: İlerle.
İrellemeg: İlerlemek.
İrin: Cerahat.
İrreşberlig: Çiftçilik.
İs: Duman nedeniyle oluşan siyah kir.
İsdemek: İstemek.
İsdif etmeg: Dizmek, istiflemek, yığmak.
İsdirehede Başlamah: Dinlenmeye çekilmek.
İsdirehet: Dinlenme, rahat etme.
İseti: İyi güzel et.
İshaklı Bulaği: Ahlat’ta bir çeşme adı.
İsıtma: Sıtma hastalığı.
İsi: Sıcaklık.
İskarpen: Altı kösele ayakkabı.
İskat: Öldükten sonra ölünün kalan eşyaları ve arkasından verilen hayır parası.
İskemle: Sandalye.
İskender Paşa Camii: Kale mahallesindeki Osmanlılardan kalan camii adı.
İsmığ: Sinsi.
İssi: Canlı, sıcak.
İstida: Dilekçe.
İstikak: Hak, pay edilen bölüm.
İstikan: Bardak.
İstir: İstiyor.
İş görmeg: Çalışmak.
İş kar: İş, güç.
işarat: İşaret.
İşbabiyan: Kayısı kurusu.
İşda: İşte.
İşkillenmeg: İrkilerek şüphelenmek.
İşkillenmek: Kuşkulanmak.
İşlik: Gömlek.
İşmar: Kaş, göz işareti.
İşşek: Eşek.
İt ağzinan deniz heram olmaz: Bir kişinin yaptığıyla bütün herkes yargılanamaz anlamında bir Ahlat deyimi.
İt dirseği: Arpacık.
İt: Köpek.
İtirmeğ: Kaybetmek, yitirmek.
İtitmek: Bıçağı bilemek, keskinleştirmek.
İtti bitti: Saklanbaç oyunu.
İtti: Kayboldu, yitti.
İttiba etmeg: Uymak, uyuşmak.
İzah(ğ)ta: Uzak, uzakta.
Jağ: Yabani bitki turşuşu ve yemeği yapılır.
Laçin: Genellikle sarp kayalıklarda yaşayan şahin kuşu.
Laf atmah: Söz söylemek.
Lagırdan: Otları bağlamak için, palak denen ottan yapılan ipi örmeğe yarayan alet.
Lağ etmeg: Alay etmek eğlenmek.
Lağap: Lakap.
Lağar: Büyük teneke kap.
Lağda lağda: Bölüm bölüm, parça parça.
Lağıp tahmah: Lakap takmak, sonradan takılan ad.
Lah düşmeg: Yorgun düşmek.
Lahavle: Sabrın tükendiğini belirtmek için söylenen bir söz.
Lahlamah: Yorgunluktan solumak.
Lahor Kuşaği: Hindistan’ın Lahor şehrinde dokunan çok makbul bir kumaştan yapılmış kuşak.
Lak: 1-Yemek artığı. 2-İçi bozulmuş yumurta. 3-Kepek, tuz ve su karıştırarak yapılan hayvan yemi, yal.
Lakkum: Bataklık.
Laletayn: Özensiz bir biçimde, gelişigüzel, herhangi, sıradan.
Lalo: Dilsiz, konuşamayan.
Lam: Dar, çok ince metalden yapılmış parça. (Genelde bıçak yapımında kulanılan metal parçası.)
Lama: Uzunluğu 10-40 cm. arasında değişen yassı demirden yapılma bir marangoz aracı.
Lamlı: Ufak çakı.
Lamlık: Sapı kırılmış bıçak.
Lampa: Lamba.
Langadak: Birdenbire, damdan düşercesine.
Langır lungur: Saçma sapan konuşan.
Lap: Avuç, avuç içi.
Lapa: Ezilmiş yemek yiyecek.
Laran: Kıldan yapılmış çuval bağı.
Las: Ot biçerken tırpanın bir kerede kestiği ot miktarı.
Lasdıg: Lastik (lastik ayakkabı).
Last: Bükülüp bağ haline getirilmeyi bekleyen biçilmiş ot dizisi.
Laşan atmak: Buğdayı sapından ayırma işlemi.
Laşan: Harmanda dağıtılmış ekin yığını.
Lat: Ahlat’ın Urartular zamanındaki adı.
Latif Bulaği: Ahlat’ta eski bir çeşme adı.
Lavaş: Tandıra yapıştırılarak pişirilen bir tür yufka ekmek.
Lavaşa: Nallama sırasında kıpırdamaması için hayvanın alt dudağını sıkmaya mahsus alet.
Laylon: Naylon, plastik.
Lazut: Mısır.
Le le(Ley ley, loy loy): Türkülerde veya halkoyunlarında söylenen yansıma bir sözcük.
Leb: Dudak.
Lebeleb: Tamamen dolu.
Lebülep: Dudak kenarı.
Leçek: Başörtüsü, tülbent.
Legen: 1-Geniş kap(Çamaşır leğeni, yemek leğeni). 2-Kemerli geniş kapı.
Legençe: Küçük leğen.
Lehim: Kimi metal parçalarını birbirine tutturma işleminde kullanılan, kalay ve kurşun alaşımı.
Lehimlemeg: Lehim yapma işlemi.
Lehle: Köpeklerin koştuktan snra hızlı hızlı soluması.
Lekan: Yumuşak karda kolay yürümek için ince, yumuşak ağaç dallarından örülerek ayağa takılan düz, yuvarlak
bir araç.
Lekim atmah: Gölde taş zıplatmak oyunu.
Lenger: Bakırdan yapılan büyük sahan, tencere.
Lengeri: Büyük bakır leğen,tepsi.
Lengir: Çömleklerin kulplarına takıp tandıra indirmeye ve çıkarmaya yarayan, uçları kıvrık iki demir çubuktan yapılmış
alet, ucu çengelli şiş.
Lengiri: Çav eşme aleti.
Leppük: Çocukların oyun oynadığı yassı taş.
Leşger: Asker, düşman askeri.
Letafedli: İçten, samimi.
Levhe: Levha, tabela.
Levün levün: Çeşit çeşit.
Levün: Çeşit, biçim.
Leyden: Orak biçiminde olup, ağız kısmı kemikten, sapı ağaçtan yapılan ve ot bağlarını bükmeye yarayan araç.
Leyi: Sel.
Leyli: Gece yatılı.
Leylo: Öküzlere verilen adlardan biri.
Leylü nehhar: Gece ve gündüz.
Leymon duzi: Limon tuzu.
Leymon: Limon.
Lıfker: Çok kir bulaşan.
Lığ: Selin, akarsuyun getirdiği ince çamur, tortu, birikinti.
Lığcor: Kirli, pis, balçık yer.
Lıhçor: Pinti, pasaklı, temiz olmayan kirli.
Libas: Elbise, giyisi.
Lil: Akarsuyun getirip yığdığı cıvık çamur ve kum.
Liver: Tabanca.
Loğ: Toprak damların daha sağlam olması için toprağın sıkılaşması için kullanılan büyük ve ağır silindir taş.
Loğlamak: Loğla damı veya benzer yerleri bastırıp düzeltme.
Lohlamak: Öküz arabalarında boyundurukta öküzleri boyunlarını bağlayan ip.
Lohma lohma: Parça parça.
Lohma: Lokma.
Loklok: Atların koşarken karınlarından çıkardıkları ses ve bu sesi çıkaran at.
Lop çul: Yün artıklarından yapılan bir tür kilim.
Lor: Çökelek, kaymağı alınmış sütten yapılan yağsız peynir.
Lorh: Boyunduruğu öküze bağlamaya yarayan deri ip sicim.
Lort: Zengin (aslında Ahlat ağzında olmayan bu ingilizce unvan içeren sözcük Ahlat’ta çok zengin olanlar
için kullanılırdı).
Losdar: Saman aktarmakta kullanılan beş dişli büyük tahta yaba.
Löküs: Tüple çalışan bir tür aydınlatma aracı, lüks. (Tüpgazla birlikte hayatımıza giren bu araç pahalı olması
nedeni ile lüks sayılırdı)
Lüle lüle: Kıvrım kıvrım.
Lüle: Kıvrımlı saç.
Lülle: Çeşmeden suyun aktığı demir boru.
Lüllük: Musluk, çaydanlık ve demliğin ağzı, ibriğin emziği.
Maben: Evin ara bölgesi.
Mac: Harol adı verilen ekin ekme aracını yönetmeye yarayan ağaç sopa.
Maç: İki yaşına giren erkek kuzu.
Madak: Dişi manda.
Madavans: Ahlat’ta eski bir Ermeni yerleşim bölgesi
Mafa: Yük hayvanının taşıdığı iki taraflı eğer çuvalı.
Mafranc: Sofra bezi.
Mafranç: Örtü, yemek örtüsü.
Mafranş: Yolluk veya somye yatak örtüsü.
Mağ: Hayvan yemliği.
Mağde: Gönül, istek, mide.
Mağna: Mana.
Mahana: Sözde neden, bahane.
Mahat: Başköşe oturağı.
Mahcemal: Yüz, surat, sima.
Mahe(Mahi): Ahlat’ta Kullanılan bir isim kısaltması.
Mahl : Önem.
Mahl etmemeg: Önemsememek.
Mahle: Mahalle.
Mahmut Baba: Ahlat’ta mezarı olan ulema yatır adı.
Mahna: Bahane.
Mahraba: Çok büyük mendil.
Mahset: Maksat, amaç.
Mahsus: Yalancıktan.
Majgalci: Sabanı ve pulluğu yöneten adam.
Makgat: Divan sedir.
Makine: Kamyon.
Mal: 1-Büyük ve küçükbaş hayvan. 2-İçecek ve kibrit kutusu, sakız kartları ile oynanan çocuk oyunu.
Malamat olmah: Rezil olmak, dile düşmek.
Malamat: Rezil, rüsva, alçak, aşağılık.
Malcılıh: Büyük ve küçükbaş hayvan satan kimse.
Malhan Deresi: Ahlat’ta Harabeşehir ile Selçuklu Mezarlığı arasındaki derenin adı.
Mamaş: Güzel,iyi,hoş.
Mamlamoz: Çocukları korkutmak için öcü anlamında sözcük.
Mamur( Bayındır): Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
Man: Ben anlamında kullanılan bir söz.
Mana: Bana.
Manda: Bana da.
Mangallak: Tabanı üzerinde hareketsiz duramayıp sallanan oynak.
Manisa: Kaliteli iyi kumaşa verilen ad.
Mansıp: Makam, mevki, yüksek memuriyet.
Manyamah: Garip hareketler yapmak.
Marak: Hayvanlara ot, saman bırakılan yer, samanlık.
Maral: 1-Toprağı sürmek için öküzlere bağlanan araç. 2-Ahlat’ta kağnıyı çeken öküzlere verilen adlardan biri.
3-Güzel, ceylan.
Maran: Kağnı arabasının ağaç veya demirden olan tekerleği veya teker parçası.
Maraz: Hastalık, kötü yara.
Marj(Marc): Sabanın sağa sola hareket etmesini sağlayan tahta parçası.
Marollanmah: Dikişin pot olması.
Marsıvan eşeği: İyi cins eşek.
Martak döşemek: Evin tabanı veya tavanına tahta döşemek.
Martak: Dam veya çatıya konulan kalın yuvarlak ağaç.
Martaklamak: Fasulye arklarına uzun sırıkların dikilmesi.
Martin: Tek kurşun atan bir çeşit tüfek.
Martişor: Sivilce, çıban.
Masan: Ağaçtan yapılmış sabanın boğazına korzivelle bağlanan ağaç parçası.
Maşa: Mangalda odun kömürünü çeviren demir tutacak.
Maşraba: Su kabı.
Matah: Küçümseme anlamında kullanılan bir kelime.
Mavu: Mavi.
Mavuldamak: Miyavlamak.
Mayasır beygiri: Çok konuşan geveze.
Mayasır: 1-Mayasıl hastalığı(Hemeroid). 2-Nasır.
Mayasi Temiz: Özü, aslı temiz anlamında bir Ahlat deyimi.
Mayıl: Tutulma, bağlanma meyl etme.
Mayıs: Büyükbaş hayvanların dışkısı.
Mazemetlenmeg: Değere binince bir işi yapmak istememek, naz yapmak.
Mazı: Çocukların bilye niyetine oynadığı yuvarlak küçük, kurumuş meşe ağacı meyvesi.
Mazi: Kağnı arabalarında iki tekerleği birbirine bağlayan kalın ağaç dingil.
Mecit Baba: Ahlat’ta Mezarı olan ulema yatır adı.
Medar: Takat, güç.
Meddeh: Kendini beğenmiş.
Medet: Yardım.
Mefal: Fırsat.
Mege: Sanki.
Megem: Menem.
Meger: Meğer.
Megersem: Meğerse.
Megesem: Meğerse.
Meğcun: Macun.
Meğdanos: Maydanoz.
Meğfiret: Marifet.
Meğmur: Memur.
Meğrib: Akşam.
Meğrip: Batı.
Meğrüp: Akşam.
Mehcub: Mahcup.
Mehel: Tenezzül.
Mehele almah: Dikkate almak.
Mehil: 1-Ertelemek, süre vermek. 2-O an, zaman, müddet.
Mehle: Mahalle.
Mehlür: Lanet Olası anlamında bir ünlem.
Mehmetcan Baba Bulaği: Ahlat’ta eski bir çeşme, yatır adı.
Mehri: Mihri isim.
Mehsus: Yalancıktan.
Mejbur: Mecbur.
Mejdefe: Kar Küreği.
Mektep: Okul.
Melanet: Sevimsiz, lanet.
Mele: Din insanı, hoca.
Meleke: Melek.
Melemez: Beceriksiz, tembel, iş bilmez, ağırcanlı.
Melhem: Merhem, krem.
Melmeket: Memleket.
Melun: Alçak, kötü.
Melül: Boynu bükük, kimsesi olmayan.
Memüz: Kümes hayvanlarının ayaklarındaki mahmuz.
Men: Ben.
Menal: Yemeğide yapılan, yenebilen yabanıl bir bitki.
Mende: Peynirin içine katılan bir tür yabanıl ot.
Mendebur: Merhametsiz.
Mendes: Dış kabuğu soyularak özü yenilen, tadı ve kokusu güzel bir ot.
Menem harda: Bilmem nerede.
Menem: Bilmiyorum, haberim yok.
Menemne: Bilmem sanki ne.
Menengiş: Yenebilen bir tür yabanıl bitki.
Menevşe: Menekşe.
Menfiat: Menfaat, çıkar.
Meni: Beni.
Menim babam: Bir seslenme ünlemi.
Mennebülem: Ben ne bileyim.
Mennen: Benden.
Menşur: Tanınmış, ünlü, meşur.
Merah: Merak.
Mercan: Başı ve ayakları kırmızı yaban ördeği.
Mercimegli küfde: Mercimek, bulgur, yumurta ile yapılan bir Ahlat köfte yemeği.
Merden Baba: Ahlat’ta bir mevkii ve yatır adı, günümüzde mesire yeri olarak kullanılmaktadır.
Merduvan: Merdiven.
Merem: Meram, dert.
Merem mehlüre gala: Dert çekip sahipsiz kal anlamında bir Ahlat ilenme sözü.
Meres: Köpeğin tasmasına takılan ip.
Merfet: Marifet, hüner.
Mertebe: Kariyer, rütbe.
Mertek: Dam veya çatıya konulan ince tahta.
Meryemhort: Naneye benzeyen birtür yabani bitki.
Mes: İnce deriden yapılan ve ayakkabı içine giyilen bir çeşit ince çizme.
Mesel: Bilmece.
Meşaggat: Güçlük, sıkıntı, zorluk.
Meşayıh: Şeyhler, ermişler.
Meşeget: Meşakkatli, uğraştırıcı, sıkıntılı.
Meşrefe: Küçük su kabı.
Meşrig: Doğu.
Mete: Yaşlı köylü kadın.
Metes: Küçük küçük açılan hamurların içine konulan ezme patatesle yapılmış bir tür hamur yemeği.
Meth: Övme.
Mevcük: Kiraz kurusu.
Meyalli: Eğilimi olan, eğik, meyilli.
Meydanlık Mezarlığı: Ahlat’ta Büyük Selçuklu Mezarlığı’na halk arasında verilen ad.
Meyhoş: Ekşi ve tatlı arası bir tat.
Meymun: Maymun.
Mezağ: Mizah.
Mezbent: Doğum lekesi.
Mezbent: Dua veya bir çeşit kimlik yazılı kola takılan bir çeşit muska.
Mezik: Ahlat’ta bir köy adı.
Mezro: Metre.
Mıgıla: Az pişmiş omlet, sulu pişmiş yumurtalı menemen.
Mığ mığe: Tatarcık sineği.
Mıh: Çivi.
Mıhnadıs: Mıknatıs.
Mıncıhlamak: Ufalamak, küçük küçük, parça parça koparmak.
Mıncılo: Ufacık, küçücük.
Mındar: Kesilmeden ölen hayvan leşi.
Mındılo: Küçük, ufak tefek adam.
Mırığ: Dudağı yarık, açık.
Mırnavlaşmah: Cilveleşmek.
Mısran: Büyük baş hayvanların yem yediği yer
Mıt atmak: Iskalamak.
Mıt: Hafif dokunmak.
Mıtırıp: Çingene.
Mıymıntı: Yavaş konuşan.
Mızafer: Muzaffer.
Mızmızlanmaḫ: Bir işi veya bir olayı gerçekleştirmek karşısında isteksizlik göstermek, bunu tavır ve sözlerine yansıtmak.
Miç: Sis.
Mihnet: Minnet.
Mij: Pus, duman.
Mikap: İnşaatlarda kum veya benzeri şeyleri ölçmeye yarayan alet, metreküp.
Mil çekmeg: Göze sürme çekmek, yaraya merhem sürmek.
Mil: Göze sürme yaraya ise merhem sürmeye yarayan kemik veya fildişinden yapılmış ince uzun araç, tığ.
Milor: Yavaş.
Min: Bin.
Mincilo: Küçük, çok küçük, mini mini.
Mindi: Bindi.
Mindir: Bir kimseyi bir yükseltinin üstüne çıkartmak, bindirmek.
Minmeg: Binmek.
Mintan: Gömlek.
Mirad: Şey, nesne.
Mirat: 1 -Miras. 2-Sahipsiz.
Mirav: Su yollarına bakan bekçi.
Mireg: İnce saman.
Mirza Bey: Ahlat’ta bir kümbet adı.
Misin: Metal, çinko ibrik.
Misḳal: Zamana ve mekâna göre ağırlığı değişen dirhem.
Mişevşi: Kırmızı mercimeğin ham hali.
Mişgolot: Bir masal kahramanı.
Mitel: Yorgan ve döşeklere takılan astarlık kumaş.
Miyeser: Müyesser.
Mizevür: İçten pazarlıklı, hain, ziyankâr, üçkâğıtçı.
Mondofon: Bir inek türünün Ahlat ağzından söylenişi.
Morik: Bacak arası.
Moruldamah: İnek ve öküzlerin bağırış ünlemi.
Mostura: Çok gezen.
Motgemer: Beli kemerli mont, palto.
Moz: Siyah büyük arı.
Mozla: Küsmek, darılıp gitmek.
Mozlamah: Nokra denen bir sineğin sokması sonucu hayvanların rastgele koşması.
Mozuk: 1- Yaşlı adam. 2- İkinci kez evlenen kadının ilk kocasından olan çocukları. 3-Erkek buzağı.
Mozzuk: Benzin suratın kararması.
Mögaddesad: Manevi yönden değerli, kıymetli.
Mögedderad: Mukadderat, süre.
Möhbet: Muhabbet.
Möhdaç: Muhtaç.
Möhendis: Mühendis.
Möhgem: Sıkı, kuvvetli.
Möhlet: Müddet, süre, vade.
Möhteber: Muteber, itibarlı.
Möhterem: Değerli, itibarlı.
Möhür: Mühür.
Mudara: Zayıf, cansız, işe yaramaz.
Mugallit: Güldürücü, komik.
Mugavvim: Sağlam.
Muğara: Mağara.
Muhacır: Göçmen, muhacir.
Muhkem: Sağlam.
Mukayyet ol: Sahip ol, sahip çık.
Mukayyet: Sahip, bulunma.
Mulla: Molla, hoca, imam.
Mumbar: Büyükbaş hayvanların kalın bağırsağı.
Mumer: Koyunlarda, birikmiş sıcak su içme nedeniyle oluşan hastalık.
Muncuh: Boncuk.
Mundar: Yenilmesi haram olmuş et.
Mur olmah: Dadanmak.
Murabbe: Kaynatılmış meyveli şekerli su, reçel.
Murad etmeg: Mesut olmak.
Murad: Mutluluk.
Murç: Taşları sökmek kırmak düzeltmek için kullanılan ucu sivri demir.
Murtuğa: 1-Çöreğin içine un ve yağdan yapılmış tuzlu helva. 2-Unu yağda kavurarak yapılan şekersiz helva.
Murus mağde: Suratı asık.
Muruz: Surat, yüz.
Muruzini yıhmah: Küsmek, suratı asılmak.
Musafır: Misafir.
Musahhar etmeg: Birinin emrine alınmak.
Musdafa çiçegi: Çayırlarda yetişen, parlak yapraklı, sarı renkli çiçek.
Muşabah: Kabukları ince ve kolay kırılan ceviz.
Muşgulot: Muş’ta yapılan bir tür peynir.
Mutbah: Mutfak.
Mutli: Mutlu.
Muzur: Yaramaz.
Müdam: Devamlı.
Mühğkem: Kuvvetli, sağlam.
Mürbe: Toprağın ekilmek için yarıya verildiği adam, yarıcı.
Mürüvvet: Aile çocuklarının evlenip mutlu bir yaşam kurması.
Müsellet olmah: Birini sürekli rahatsız etmek.
Müzevir: Hin, iki yüzlü, çok dedikodu yapan kimse.
Nabal almah: Günahını vebalini almak, boşuna suçlamak.
Nabal atmah: Günahını vebalini üzerinden kaldırmak.
Nabal boynuna: Günahı vebali boynuna.
Nabal: Vebal, günah.
Naçar: Çaresiz.
Naçarlıh: Çaresizlik, kimsesizlik, yoksulluk, sıkıntı.
Nağlet gele: Lanet gelsin.
Nağlet ola: Lanet olsun.
Nağlet: Lanet.
Nağmed: Nimet.
Nağre: Nara, yüksek sesle bağırmak.
Nahak: Haksız.
Nahır Ögi: Hayvan sürüsünün toplandığı çobana teslim edildiği ve teslim alındığı yer.
Nahır: Büyükbaş hayvan sürüsü.
Nahırci: Koyun ve sığırları birlikte güden çoban.
Nahıri Yaymah: Hayvanları otlamaları için etrafa dağıtmak.
Nahırkavan: Bir aralık (mevsimdeki bir soğuk zamanı).
Nahış: Nakış, çeşitli kumaşlar üzerine renkli ipliklerle yapılan süsleme.
Nahs: Ters, inatçı kimseler için kullanılır.
Nahye: İlçeden küçük kasaba, nahiye.
Nakşedmeg: Nakışlamak, süslemek.
Nal: Atların ayağının altına çakılan oval demir parçası.
Nalbant: Nal yapıp nal çakan usta.
Nalbur: Demir aksamı satan esnaf.
Nalça: Ayakkabı topuklarının aşınmalarını önlemek için topuk altlarına çakılan U biçiminde demir parçası.
Nalın: Genelde hamamda giyilen ahşap terlik, takunya.
Nam etmeg: Şöhreti bilinmek.
Nam salmah: Şöhreti yayılmak.
Nam: Tanınmak, şöhret olmak.
Namaz gılmah: Namaz kılmak.
Namaz niyaz: İbadet.
Namazlıh: Üzerinde namaz kılınan seccade.
Name: Mektup.
Namerd: Mert olmayan, alçaklık eden, alçak, korkak, erdemsiz.
Namerde möhtaç olmamah: Kötüye muhtaç kalmamak.
Namlı: Şöhretli
Namli: Harmanda savrulan ekinin önünde boylamasına yığılan buğday yığını.
Namus: İffet.
Namussuz: İffetsiz, namusu olmayan.
Nanay: Oyna, bebeklere oynamaları söylenen söz.
Nanher: Hayırsız, şişman.
Nankor: Nankör, iyilik bilmez.
Nar: Ateş.
Nareke: Kocaman, koskoca kız.
Nasi olsa: Nasıl olsa.
Nasihet: Nasihat, öğüt.
Nat: Tırpan sapı.
Nav başı: Su akan yerin başlangıcı.
Nav: Ağaçtan yapılmış su geçidi.
Navezik: İki yaşındaki dişi manda.
Navrez: Nevruz.
Nayıl: Erişmek, yetişmek, nail olmak.
Naylon: Ana maddesi poliamit reçinesi olan, birçok giyim ve ev eşyası yapımında kullanılan, dayanıklı ve
esnek madde, plastik.
Naz etmeg: Naz etmek.
Naz: Kendini beğendirmek amacıyla yapılan hoş davranış, cilve.
Nazık: Davranışları kibar ve ince olan, ince yapılı, ince.
Nazik: Ahlat sınırları içinde olan bir göl adı.
Nazik: Ahlat’ta Nazik Gölü kıyısında bulunan bir köy adı.
Nazlanmah: Naz yapmak.
Nazli: 1-Öküzlere verilen isimlerden biri. 2-Naz yapan kimse.
Nazük: Ahlat’ta bir köy adı.
Ne biçim: Ne şekilde.
Ne bilem: Nereden bileyim, bilmiyorum.
Ne fayda: İş işten geçti artık anlamında.
Ne günnere galdıh: İçinde bulunduğu durumdan memnun olmama.
Ne ğede: Ne kadar.
Ne halın varsa gör: Ne yaparsan yap anlamında.
Ne mehil: Ne zaman.
Ne menem: Ne çeşit, ne türlü.
Ne nee: Ne dedin ne dedin.
Ne yapah: Mecbur, çaresiz ne yapalım anlamında.
Nebiher: İyilik.
Nebze: Çok küçük ve önemsiz bir parça, kırıntı.
Nece: “Nasıl?” anlamında bir soru ifadesi.
Necesen: “Nasılsın?” anlamında bir soru ifadesi.
Nedek: Ne yapalım.
Nedem: Ne edeyim, ne yapayım.
Nedi: “Neydi?” anlamına gelen bir soru ifadesi.
Nedirsen: “Ne yapıyorsun?” anlamına gelen bir soru ifadesi.
Nediyek: Ne söyliyelim.
Needdin: Ne yaptın, ne ettin.
Neft: Gazyağı.
Nefti: Kibrit.
Negine: Ne gene, ne istiyorsun anlamında, yine ne var.
Neğen gereg: Neyine gerek, gereksiz.
Neğen lazım: Her ne lazımsa.
Nehhar: Gündüz.
Nehre çalhamah: Nehreyi ileri geri iterek hareket ettirmek.
Nehre: Yayık, küp biçiminde toprak yayık.
Nehri fırad: Fırat Nehri.
Nehri murad: Murat Nehri.
Nehs: Aksi, geçimsiz, şirret.
Nejdem: Ne yapayım.
Nejmeddin: Necmettin.
Nekes: Cimri.
Nekil: Nakil, nakletmek.
Nekliye: Nakliye.
Neks: Vücudun kaburga ile kalça arasındaki bölümü.
Nem: Rutubet, hafif ıslaklık.
Neme lazım: Ne olur, ne olmaz.
Neme: Neyime.
Nemharam: Namahrem, dinen yasaklanmış şey.
Nemrut Dağı: Ahlat’ta bir dağ adı.
Nemrut Krater Gölü: Nemrut Dağ’ı içinde bulunan gölün adı.
Nemrüt: Vicdansı, suratsız.
Nene: Nine, büyükanne.
Nenem nehresi: Kocalmış anlamında kullanılan bir Ahlat deyimi.
Nenni: Ninni.
Neno: Nine.
Nerduvan: Merdiven.
Neri: İki yaşından küçük erkek keçi, teke.
Nesbe: Nesibe.
Nese: Neyse, ne ise.
Nesib etmek: Birinin, önceden alnına yazılmış olduğuna inanılan paya ulaşmak.
Nesib olmah: Birinin, önceden alnına yazılmış olduğuna inanılan payı almak.
Nesib: Nasip, kısmet, pay.
Netdi: Ne yaptı, ne etti.
Netdiz: “Ne yaptınız?” anlamında kullanılan bir soru ifadesi.
Nevbahar: İlkbahar.
Nevcük: Torunun çocuğu.
Neve: Torun.
Nevr: Yüz rengi, bet, beniz.
Nevrü dönmeg: Beti, benzi atmah, ne yapacağını şaşırmak.
Nevün nevün: Çeşit, çeşit.
Nevün: Çeşit.
Neyanda: Hangi yanda, tarafta, yönde.
Nezehet: Nezahat.
Nezeket: Nezaket, başkalarına karşı düşünceli olma.
Nezer degmek: Kıskançlık ya da hayranlıkla bakmaktan dolayı bir şeye çöken uğursuzluk.
Nezer: 1-Göz atma, bakma, bakış. 2-Canlı cansız nesnelere bile zarar verdiğine inanılan, bakıştaki çarpıcı ve
öldürücü güç.
Nezere gelmeg: Nazara gelmek.
Nezeret: Nezaret, geçici hapis yeri, birinin yanında hareket etme.
Nezerlig: Göz değmesin diye giysinin görünmez bir yerine takılan mavi boncuk, göz boncuğu.
Nıht: Takat, güç, derman.
Nıhtan düşmek: Gücü tükenmek, yorulmak.
Nıkrız: Cimri.
Nicim: Tok.
Nicimli: Tok gözlü.
Nicimsiz: Doyumsuz, pisboğaz.
Nift: İdare lambası.
Nikab: Örtü, peçe.
Nikah düşmek: Dinen kadın ve erkeğin evlenmelerinde sakınca olmama durumu.
Nikah etmeg: Kadın ve erkeği evlendirmek üzere allahın ve hukukun huzurunda birleştirmek. Nikâhlamak.
Nikah: Evlenmek.
Nişadır: Amonyak tuzu.
Nişan atmah: Nişanlanan taraflardan birinin yüzüğü çıkararak iade etmesi.
Nişan bozmah: Nişan törenini yapmamak, evlenmeği reddetmek.
Nişan: Bebeklerde görülen doğum lekesi.
Nişan: Nişanlanan çift için yapılan tören, nişan halkalarını parmaklarına geçirme durumu.
Nişanlanmah: Evlenecek çiftlerin evlenmeden önce yaptıkları ahidleşme.
Nişanni: Nişanlı kadın ve erkeklerden herbiri.
Niyaz etmeg: Yalvarmak, yakarmak.
Niza: Kavga, döğüş.
Nohsan: Noksan.
Nohta: Nokta, yer.
Nohud: Nohut.
Nola: Ne oluyor.
Norşen: Bitlis’in bir ilçesinin eski adı (Güroymak).
Nöbed: Nöbet.
Nöker: Hizmetkâr.
Nubar etmek: İlk yetişen turfanda meyve ve sebzeleri toplamak.
Nubar vermeg: Meyve ve sebzelerin yemişlerinin olmaya başlaması.
Nubar: İlk yetişen meyve sebze, turfanda.
Nufuz: Nüfus, fert, kişi.
Nuh nebiden galma: Çok eskiden kalma şeyler için kullanılan bir deyim.
Nuhda: Nokta.
Numune: Örnek, göstermelik.
Nur içinde yata: Ahlat’ta bir dua sözü.
Nur: Aydınlık, ilahi parlaklık.
Nusga: Üçgen biçiminde dürülüp bir beze konulan ve giysiye takılan takan kişiyi koruduğuna inanılan
İçinde dua yazılı kâğıt.
Nusha: Nüsha, adet.
Nusibet: Kötülük.
Nusred: Yardım, destek.
Nüfus gocan: Hüviyet, kimlik.
Nügü: İki yüz dirhemlik ağırlık ölçüsü, yarım okka.
Nümro: Numara.
Nüzul: Felç.
O bahım: O bakımdan, bundan dolayı.
O başda: Görünen baştan,baş tarafta.
O kadem: O kadar.
O mehil: O zaman.
O yan: O taraf, o yön.
O yanni: O taraftan, o yandan, ondan.
Obir: Öteki, diğer, öbür.
Obuz: Küp yapılan toprak.
Obür: Öteki, öbürü.
Ocaği sönmeg: Bir ailenin tamamen yok olması.
Ocaği tüttürmeg: Soyunu devam ettirmek.
Ocah: Ocak, ev.
Ofes: Ofis, daire. (Ahlat’ta daha çok ofis kelimesi Toprak Mahsülleri Ofisi için kullanılır.)
Oğoz: Taze cevizin üstündeki yeşil kabuk (sadece kabuklar için kullanılır, tamamı için koğoz denir).
Oğramah: Uğramak, ziyaret etmek.
Oğraş: İş, uğraş.
Oğraşmah: Uğraşmak.
Oğul uşah: Çoluk çocuk.
Oğurli: Uğurlu.
Oh: 1-Ok.2- Bir rahatlama sözü.
Oheş: Oh olsun, iyi oldu.
Ohi: Oku.
Ohit: Okut.
Ohlav: Oklava.
Oho: Kağnı arabası veya büyükbaş hayvanları durdurma ünlemi.
Ohumah: Okumak.
Ohunmah: Okunmak.
Olmiya olmiya: Sakın, asla.
Olmiyanda: Olmayınca olmadığı zaman.
Oma: Büyük kemik.
Onnan: Onunla, onla beraber.
Onnar: Onlar.
Onunçün: Onun için.
Oparlo: Hoparlör.
Orağ: Orak.
Orah çegmeg: Ekini veya otu orakla biçmek.
Orah: Tırpandan küçük yarım daire şeklindeki ekin veya ot biçme aracı.
Orak: Temmuz ayına denk gelen yaz ayı.
Ordi: Askerlerden oluşan birlik.
Orol Urarto Galasi: Ahlat’ın Orol mevkisinde bulunan Urartu’lardan kalma eski bir kale adı.
Orol: Ahlat’ta bir yer adı.
Ortagüzün: Ekim ayına denk gelen sonbahar ayı.
Ortah: Ortak.
Ortahçi: Başkasının tarlasını kirayla kullanan, maraba, ortak olan.
Ortahlaşa: Ortaklaşa, ortak olarak.
Ortahli: Ortaklı, bir işi birlikte yapmak.
Ortanci: Üç çocuktan ikinci olanı.
Ossuruh: Yellenme, gaz çıkarma.
Ot daği: Ahlat’ın ot ihtiyacını karşılamak için yazın çıktıkları yayla.
Otağ: Büyük, süslü çadır.
Otah: Misafir için evin dışında yapılan oda.
Otar: Otlat.
Otarmah: Hayvanları otlatmak.
Otduz: Otuz, otuz sayısı.
Otlah: Otlak, mera, hayvanların bırakıldığı arazi parçası.
Otobos: Otobüs.
Ovakışla(Purhus): Ahlat’ ta eski bir köy adı.
Ovuşturmah: Elini diğer eilinin arasına alarak gezdirmek.
Oyan: Uyan.
Oyah: Uyanık.
Oyat: Uyuyanı uyandır.
Oyuhla: Oyukla, oyma.
Oyun: Öğün, sefer, kez.
Ozor: Ekini bağlamak için kullanılan sağlam ince ısıtılarak bükülebilen, lifleri yumuşak ve dayanıklı bir çeşit ağaç.
Öbür: Diğer.
Öbürsi: Diğeri, öteki.
Öci: Cin, hayali yaratık.
Ödüm kopti: Çok korkmak.
Ög: Övmek
Öge: Üvey.
Ögeç: Koç olmaya yakın tokluya verilen isim.
Ögeyik: Bir kuş türü adı. Üveyik.
Ögi: Önü.
Öginmek: Övünmek.
Ögmek: Kişiyi yüceltmek, beğenisini dile getirmek.
Ögreddi: Öğretti.
Ögren: Öğren.
Ögüd: Nasihat.
Ögünde: Önünde.
Ögür: Dişi sığırların kızgınlık dönemi.
Ögüre gelmeg: İneklerin kızgınlık zamanının gelmesi.
Ögürmek: Boğazdan çıkan hırıltılı ses.
Ögütmek: Öğütmek
Öküz arabasi: Öküz koşulmuş taşıma işlerinde kullanılan ilkel araba.
Öküz: Çift sürmekte ve kağnı çekmekte kullanılan erkek sıgır.
Ölet: Yaygın bulaşıcı kümes hayvanları hastalığı, öldürücü hastalık salgını.
Öllo: Zehirli böcek, akrep.
Öllük: Mezarlık.
Ölüşüg: İşe yaramaz, kötü (yeşil bitkiler için) tazeliğini yitirerek pörsümek, solmak.
Önnüg: Önlük.
Ömrün uzun ola, toyun güzün ola: İyi dilek anlamında Ahlat bir dua sözü.
Öreke: Yün tarağı.
Örenğazi: Ahlat’ta bir yer adı.
Örged: Öğret.
Örgenmeg: Öğrenmek.
Örgenginen: Öğren.
Örken: Kalın ince arası ip.
Örtme: Üstü kapalı etrafı açık olarak yapılan korunaklı yer.
Örti: Örtü.
Örtügi: Örtüsü.
Örüg: Saç örgüsü.
Ötüri: Dolayı.
Ösgürmek: Öksürmek.
Öteberi: Çeşitli ve önemsiz, ufak tefek şeyler.
Ötegin: Dün yok evvelki gün, geçmiş gün.
Ötüri: Ötürü, Bunun üzerine.
Övle şaggamasi: Güneş tam tepede iken.
Övle: Öğle vakti.
Öz: Hakiki,gerçek.
Öz özüm: Kendi kendim.
Öz özüne: Kendi kendine.
Özek: Bitkinin tohum yapması.
Özek çekmeg: Ekilen bitkinin yenmeden tohum yapması.
Özi: Kendi.
Pabuç: Ayakkabı.
Paca: Baca, pencere.
Paç: Öpücük.
Paça: 1-Pantolon ve eteğin bacak ucu. 2-Çeşme duvarında eşyaları koymaya yarayan bölüm.
Paçe: Öp.
Padşah: Padişah, hükümdar.
Pahğlava: Baklava.
Pahıl: Kıskanç.
Pahıllanmah: Kıskançlık yapmak.
Pahır: Bakır.
Pahroni: Eski kapı kilit sistemi.
Pak: Temiz, güzel, hoş.
Pakla: Temizle.
Paklamak: Temizlemek.
Paklanmah: Temizlenmek.
Pala: 1-Bez parçalarından dokunan adi kilim, yaygı. 2-Bir bıyık çeşidi. 3-Eski kesici bir silah. 4-Kürek ve
benzeri birtakım araçların enli ve yassı bölümü.
Palağ: İp haline getirilmeye uygun, sulak yerlerde yetişen ot.
Palah: Nemli yerlerde yetişen ince, yumuşak bir çeşit ot.
Palak: Hayvanların yediği bir çeşit ot.
Palampuç: Parçalanmak, işe yaramaz duruma gelmek.
Palan pandıras: Birden aniden.
Palan: 1-Yalan. 2-Genellikle eşeklere, kimi kez de atlara vurulan, enli, yayvan ve yumuşak, kaşsız eyer, semer.
Palasga: Askerlerin bellerine bağladıkları veya göğüslerine çarpazlama taktıkları üzerine fişek kasatura vs.
takılan geniş kemer kayış.
Palazlanmah: Gürbüzleşmek, gelişmek.
Palıt: Meşe.
Pambuh: Pamuk.
Pambuh alma: Yumuşak bir elma türü.
Pamp: Pençe, eli tam açık bir şekilde, vurarak düzeltme.
Pampos: Eli açık şekilde vurma.
Pangınot: Kâğıt para.
Pantor: Pantolon.
Papo: Çocuk ayakkabısı (çocuk dilinde).
Paprus sigarası: Rus yapımı kalın tütün sargılı sigara.
Papucumun hırsizi: Zor bir durumda kaldığında bulunduğu yerden hemen uzaklaşma anlamında bir Ahlat deyimi.
Papug: Bir tür nem böceği.
Papuk: 1-Ayak (Çocuk dilinde). 2-Kelle paça yemeğinde kullanılan temizlenmiş hayvan ayağına verilen ad.
Paranın yoh zamanı: Ahlat için seferberlik yılları, savaş ve kıtlık günleri.
Parça pırçık: Paramparça, parçalanmış.
Pare: Parça.
Parhaç: Bakraç.
Parih: Öküz arabasının başının dik durmasını sağlayan direk.
Parke: Kalın palto.
Parpar Salatası: Ahlat’ta yapılan bir tür salata yemeği.
Parpar: Semizotu, yaprakları yenen bir tür yabanıl ot.
Part: Biçilmiş ekinin veya otun otuz demetinden yapılmış yığın.
Partoz: Yirmi beş bağlamdan oluşan ekin yığını.
Partüse: Pardesü.
Pasa: Fırınlarda pişirilecek ekmek hamurlarının taşınması ve dinlenmesi için yapılmış kasa.
Paşaport: Pasaport.
Paşev: Sahur.
Paşkıl(Paşgul): Henüz kabuğu oluşmamış olgunlaşmamış yumurta.
Paşkul atmah: Olmamış yumurta yumurtlamak.
Pata pat: Bire bir, eş durumda.
Pata: Eşit.
Patavatsız: Düşünmeden konuşan.
Patıl patıl patıldamah: İri iri kocaman olmak.
Patılti: Gürültü, patırtı.
Patik: Bir tür kalın örgü çorap.
Patisga: Bir çeşit pamuklu kumaş.
Patlatmah: 1-Kızdırıp, sinirlendirmek. 2-Kıskandırmak. 3-Delmek, boşaltmak, fışkırtmak.
Patoz: Biçilmiş ekin veya ot saplarını samana çevirmeye yarayan doğrama makinası.
Patoza vurmah: Biçilmiş ekin veya ot saplarını samana çevirme işlemi.
Patozluh: Patoz makinasına atılacak ot veya ekin yığını.
Pay bişmeg: Karşılaştırmak, mukayese etmek.
Pay: Dil yarası.
Payam: Badem.
Paydoz Etmeg: Çalışmayı bitirmek.
Payın payın: Öksürürken tıkanan kişiye söylenen bir ünlem.
Paymal: Talan edilmiş, yağmalanmış.
Pazen: Dokuması kalın, sık, yumuşak olan pamuklu bir tür kumaş.
Pazık: Şeker pancarı.
Pazuvant: Kola takılan kol nuskası.
Pazvanda: Eski, döküntü.
Pazvant: Bekçi
Pe: Bir beğenmemişlik ünlemi (Pe daha ne zaman geleceksen).
Peçe: 1-Yüz örtüsü, bir şeyi gizlemek için üzerine çekilen örtü. 2-Üzerlik otuyla yapılan nazarlık.
Peh: Bir şaşırma, şaşma ünlemi.
Pehle: Güreş sporu.
Pehlevan: Pehlivan, güreşçi.
Pejmürde: Döküntülü, kirli, dağınık.
Pekol: Çevresinde dönüp durmak.
Pelteg: Tutuk tutuk konuşan.
Pencer: Pancar, yemeği veya turşusu yapılan her türlü kır yeşilliği ve bunlardan yapılmış yemekler.
Pençe: Ayakkabının tabanına atılan kösele.
Penpe: Pembe.
Peparsız: Dikkatsiz.
Pepe: Ekmek, çocuklar için söylenen bir tabir.
Per perşan olmah: Yokluk çekmek, dağılmak.
Per vermeg: Etrafında dönmek.
Per: Pervane, kanat.
Peran: Ağızın şekli biçimi.
Perçem: Saçın önden ve yandan sarkması.
Peren peren: Darmadağın, parça parça.
Perhiz: Diyet.
Perk: Katı, koyu kıvamlı.
Perkiştirmeg(Perkitmeg): İyice gererek, sıkıştırarak, vurarak birleştirmek.
Perli: Köşeli.
Perşanlıh çekmeg: Zorluk içinde bulunmak.
Perşanlıh: Sıkıntı çekmek, güç durumda olmak.
Pervaz: 1-Dönüş yeri köşe. 2-Dövende dönen genç öküzlerin dönüş güzergâhı.
Pestav: Hiza.
Peş: Etek, arka, art.
Peşdamal: Hamamda belden aşağı sarılan dikdörtgen şeklinde, dikişsiz bir dokuma parçası.
Peşgeş: Verilmemesi gereken bir şeyi uygunsuz bir amaçla ya da yersiz olarak başka birine vermek.
Peşgil: 1-Mendil. 2-İş önlüğü.
Peşine dolanmah: Peşinden koşmak.
Peşine düşmeg: Arkasından gitmek.
Peşine gelmeg: Birini almaya gitmek.
Peşine vermeg: Kovalamak, arkasından gitmek, izlemek.
Peşkir: Havlu.
Peşman: Pişman.
Peşreng başi: Halay çekenlerin başındaki kişi.
Pet: Büyük alev.
Peydahlanmah: Birdenbire ortaya çıkmak.
Peyhamber: Peygamber, elçi.
Peyin: Hayvan gübresinin tozu.
Peyvand: Pratik ve kolay öğrenme veya bir işin sırrını öğrenmiş olmak.
Pıç: Sırt.
Pıçah: Bıçak.
Pıh etmeg: Kesmek.
Pıh: Kes.
Pıhe: Çok aksıran.
Pılı pırtı: Giyecekler.
Pır pır: Kanat çırpmak.
Pır pıter: Çırpınarak can vermek.
Pır: Uçma sesi.
Pırç: Kalın ve uzun tüy tabakası.
Pırçık: Parça.
Pırçıklamah: Parçalamak.
Pırik: Kısa süren alev.
Pırpırej: Salak.
Pırpırık: Kelebek.
Pırpıter olmah: Acı ve ölüm korkusuyla çırpınmak, tepinmek.
Pırpoz: Bozulmuş yemek ve yiyeceğin üzerindeki küf.
Pırt etmek: Ortadan kaldırmak, yok etmek.
Pırt orya pırt burya: Oradan oraya, çabuk yer değiştirme.
Pırt: 1-Bir yüzeyin ani şişmesi. 2-Tavuk, kuş vb. hayvanların tüyleri.
Pırtlamah: 1-Sıkışan bir şeyin aniden dışarı çıkması. 2-Bulunduğu yerden kayıp dışarıya çıkmak.
Pısmah: Sinmek, büzülmek, korkudan saklanmak.
Pış pış: Bebekleri yatırma ünlemi.
Pışık: Çocuklar için bir reddetme ünlemi.
Pışş: Olumsuzluk ünlemi.
Pıta: Yeşil küçük çalı yığını.
Pıtırah: Yapışkan diken.
Pızar: 1-Deri üstündeki kızarıklık. 2-Ağaç üstündeki sürgün gözü.
Pızırık: Sivilce.
Pızot: Kor ateş şeklindeki iyice yanmamış odun.
Piçah: Bıçak.
Piçe: Sırt, arka.
Piçer: Biçerdöğer.
Pigi: Öküz arabasındaki lorhu muhafaza için kullanılan bağlantı ağacı.
Pij: Piç.
Pilaga: Plaka, araba plakası.
Pilav: Pirinç ve bulgurdan yapılan bir yemek (mercimekli pilav, patates pilavı, taze fasulyeli pilav türleri
Ahlat’ta yapılmakta).
Pilavlıh bulgur: Pilav yapmak için ayrılan bulgur.
Pinakonluh: Kış için ayrılan un muhafazası.
Pinakon: Kış için ayrılan un.
Pinek: Uyku, uyumak üzere olan.
Pinti: Pis, pasaklı üstü başı kirli el yüz yıkama alışkanlığı olmayan kimse.
Pirçek: Kâkül.
Piri pak: Tertemiz yapmak.
Pirket: Briket.
Pirpos: Küf, yiyeceklerin üzerinde zamanla oluşan küf.
Pis yol: Kötü yol.
Pisgılet: Bisiklet.
Pisle: Büyük veya küçük abdestini etmek, kirletmek.
Pistah: Aniden, birdenbire.
Piste: Raf.
Pisürük: Pislik.
Pişat: Çalılık, iğde ağacı çalılığı, yabanıl iğde.
Pişik: Kedi.
Pişip: Pişmiş, yenilecek kıvama gelmiş.
Pişirmeg: Yemek pişirmek.
Pişpirik: Kahvede oynanan kâğıt oyunlarının genel adı.
Pişşe: Kedileri kovma ünlemi.
Pişte: Salkıma benzer meyve topluluğu.
Pitik: 1-Düğün ekmeği. 2-Üç köşeli muska.
Pizar: Küldeki küçük ateş parçaları, kıvılcım.
Pizot: Çok kızmak, sinir yapmak.
Pod: Ucu sivri olmayan, küt.
Poğanlıh: Sokak.
Poheşşegi: Ahır gübresini dışarı dökmeye yarayan sepet.
Pohrang: Yer altı su ayağı taşı.
Polaharç: Yumuşak ve sağlam olmayan Ahlat Taşı.
Polakar: Sert ve ağır taş, granite benzer Ahlat Taşı.
Poles: Polis.
Pomza: Süngerimsi hafif lav taşı.
Popenli: Potin giyen, potinli.
Por: Çaydanlıklarda bir süre kullandıktan sonra oluşan kireç tortusu.
Porag: Soda.
Porak: 1-Fazla tuzlu. 2-Soda, boraks.
Pormut: Toprağın neminin taş tarafından emilmesi sonucu taşta bıraktığı nem izi.
Porsumah: Eskimeye yüz tutmak, pörsümek.
Posd: Yüzülüp temizlenmiş hayvan derisi.
Post: Biçilen otların tırmıkla toplanarak bağ yapmaya hazır hale getirmek.
Posta posta: Bölüm bölüm, kısım kısım.
Poşi: Başa sarılarak sıcak ve soğuktan koruyan bir tür başlık.
Pot: Bezin veya kumaşın dikiş sonrası şişkin durma durumu.
Potin: Uzun konçlu bot benzeri ayakkabı, asker ayakkabısı.
Pov: İçinde kahve kavrulan toprak kap.
Pöf: Kötü kokuya karşı verilen bir tiskinti ünlemi.
Pörk: Erkeklerin giydiği başlık, takke, külah.
Profosor: Üniversitelerde ders veren en üst düzey öğretim görevlisi.
Pu: Bir hiddet ünlemi.
Puc: İçi boş.
Puç: Kör.
Puçuk: Buçuk, yarım.
Puçukli: Havuç.
Pud: Put, eski inanç sistemlerinde tapınılan heykelimsi yapılar.
Puda: Hayvanları kışı geçirtmek ve bakımı için kiraya vermek.
Puflamah: 1-Birden bire harlanan ateş veya püsküren duman. 2-Yorulunca sık sık alınan nefes.
Puglamah: Erimeyen karın üzerine toprak atmak.
Puj: Çürük.
Puk: Kof.
Puklamak: Karın üstüne kül, toprak serperek erimesini çabuklaştırmak.
Pul: Para.
Pulpul: Parça parça, lime lime olmak.
Pun: Kümes.
Pund: Elverişli durum, fırsat.
Pundal: Küçük çalılık, fundalık.
Punduna getirmeg: Uygun bir zamanım yakalamak.
Pungal: Tavukların yumurtlaması için kümeste bırakılan yumurta, tavuğun yumurta yaptığı yer.
Pungar: Pınar, çeşme.
Punuk: Kamıştan yapılan bir tür küçük el sepeti.
Puppuş: Tavukların başında bulunan tüyden tepelik.
Pupuş: Tıraş ederken çocukların alınlarının üstünde bırakılan bir tutam saç, perçem, kâkül.
Pur: Bitkinin yapraklı yeri.
Purçak: Salkım.
Purçukli: Havuç.
Purhus: Ahlat’ta bir köy adı.
Pus: Sis.
Pusi: Pusu.
Pusmah: Başını eğip çömelmek.
Puşi: Başa bağlanan bez.
Puşt: Kaba bir küfür sözü.
Puta: Ağaç budaklarından oluşan çalı kümesi.
Putalamak: Işıldamak.
Puzık: Akne, sivilce.
Pürçek: Şakaklardan sarkan saç, zülüf.
Püsgül: Saçak, püskül.
Püsküvet: Bisküvi.
Püsürüg: Çer çöp.
Püşürük: Un ve su ile yapılan mayalandırma yapılımış parçalara ayrılmış pişmeye hazır hamur.
Pütür pütür: Çıkıntılı, döküntülü.
Rabea: Rabia.
Radiyo: Radyo.
Rafata: Yufkayı tandıra yapıştırmaya yarayan içi artık bez veya saman dolu yastık şeklindeki araç.
Rafızi: Bir mezhep.
Rağli rağbetli: İyi rağbet görme, çok değer verilme.
Rağbet görmeg: İlgilenilmek, beğenilmek, alakadar olunmak.
Rahetlemeg: Rahata ermek, rahat etmek.
Rahi: Rakı.
Rahmet goruna: Hayır duası sözü.
Rahmet ohumak: Hayır duası etmek.
Rahmet: 1-Allah’ın acıması, bağışlaması, yardımı. 2-Yağmur.
Rahmete getmeg: Ölmek.
Rahmetli: Ölmüş kişiyi anarken söylenen söz.
Rahvan: Atın koşar adım gitmesi, yola koyulmak.
Rampa: Yokuş.
Randıman: Verim.
Randımanli: Verimli.
Ras: Doğru.
Rasgelmeg: Karşılaşmak.
Rasgetmeg: İşi doğru gitmek.
Raslamah: Rastlamak, karşılaşmak.
Ravah: Salon, evin içinde bulunan koridor.
Ray: Oy.
Rayiş: Bedel, bir malın alım satım değeri.
Razılıh getirmeg: Razı olmak.
Razi: Kabul eden, yeterli sayan, uygun bulan, benimseyen, isteyen.
Rebbi: Allah.
Rebbim: Allahım.
Rebbime amanat olasan: Ahlat bir dua sözü.
Reca: Rica.
Refah: Rahata ermeg, ferahlamak.
Refga: Refika, eş.
Regebet: Rakabet.
Reğbet: İlgi, alaka, beğenme.
Rehan: Reyhan, nanegillerden yemeklerede katılan kokulu bir baharatlık bitki.
Rehed etmeg: Rahat etmek, huzur bulmak.
Rehedini bozmah: Rahatsız, huzursuz etmek.
Rehedleşmeg: Rahatlamak.
Rehedsiz olmah: Rahatsız olmak.
Rehit: Rahat.
Remezan: Ramazan.
Remil atmah: Kumda birtakım çizgiler çizerek fala bakma.
Remil: Kumda birtakım çizgiler çizerek uygulanan bir fal çeşidi. (Ahlat’ta daha çok Ermenilerin bu fal
yöntemini kullandığı söylenir.)
Reng: Renk.
Rengi gaçmak: Heyecan ve korku içinde kalınca benzin beyazlaşması.
Resimçi: Fotoğrafçı, fotoğraf çeken.
Reşber: Çiftçi, ırgat.
Reşberlig: Çiftçilik, ırgatlık.
Reva: Uygun, yakışır görmek.
Revağ: Eski evlerde açık salon, hol.
Revan: Yürüyen, giden, yola çıkan.
Revaşda: Gözde olan, rağbet gören.
Reya: Reaya, Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman olmayan uyrukları.
Rez: Üç taş ile oynanan bir taş oyunu (dokuz taş oyununun bir benzeri).
Rıza göstermeg: Uygun ve yerinde bularak onamak, olur bildirmek.
Rıza vermeg: İzin vermek.
Rıza: İzin.
Rızai ilahi: Allahın rızası.
Rızg: İnsanın maddi ve manevi istifade ettiği şeyler.
Rızık: Yiyecek, içecek.
Rigget: Rikkat, sevgi.
Riveyed: Rivayet, söylenti.
Riya: İki yüzlülük.
Riyakar: İki yüzlü.
Romuh: Römork, bir taşıt tarafından çekilen yük amaçlı motorsuz taşıt.
Rötbe: Rütbe, paye.
Röya: Rüya.
Rum Rut: Çırılçıplak, her şeyini bitirmek, yok etmek.
Rus lagari: Rusya yapımı bir tabanca çeşidi.
Rusgatiye: İzin belgesi.
Rusum: Vergi.
Ruşvat: Rüşvet.
Rut: Tüketmek, her şeyini yitirmek.
Ruyi dehir: Yeryüzü.
Rüsget: Ruhsat.
Rüsko: Rüskat.
Rüsvay: Rezil olmak.
Rütübet: Nemli.
Saba: Yarın sabah.
Sabanan: Sabahleyin.
Sabri gerari kesilmeg: Sabrı taşmak.
Saçaklamah: Yolmak, temizlemek.
Saçlı Baba: Ahlat’ta mezarı olan ulema yatır adı.
Saçma: Tandırda yakılan kuru tezzeğin en küçük parçaları.
Saç uzadan: Pişmiş hayvan etindeki kalın damar bölümü.
Sağaltmah: İyileştirmek.
Sağalmah: İyileşmek.
Sağduş: Sağdıç.
Saği soli kolaçan etmeg: Sağı solu kontrol etmek.
Sahap çıhmah: Sahiplenmek, sahip çıkmak, korumak.
Sahap olmah: Bakımını yapmak, destek olmak.
Sahap: Efendi, bey, sahip, ağa.
Sahapsız: Sahibi olmayan, sahipsiz.
Sahdakar: Sahtekâr.
Sahe: Saf, aklı ve davranışları yaşıyla uyuşmayan.
Sahen: Yemek tabağı.
Sahıp: Sahip.
Sahil: Ahlat’ta bir mahalle adı.
Sahla: Sakla.
Sahlan: Saklan.
Sahlamah: Saklamak.
Sahlanmah: Saklanmak.
Sahtiyan: Siyah deri kösele.
Saka Ovası: Ahlat’ta Saka Köyü’nde bulunan ovanın adı.
Sakar: Büyük sepet.
Sakgal: Sakal.
Sakgız: Sakız.
Sakkavül: Ahırı süpürmek için söğüt dalından veya çalıdan yapılmış büyük süpürge.
Saklangaç: Saklambaç oyunu.
Sako: Ceket.
Sal: Büyük, geniş, uzun taş, mezar odası üst taşı.
Salacan: Mezar.
Salıh: Haber, ses.
Salım: Bulaşıcı hastalık.
Salımlarimi Almak: Grip veya nezle olmak.
Sallancak: Salıncak.
Salma: Serbest bırakma, düşme, dökme, doldurma.
Salta: Eskiden giyilen bir tür kollu cepken.
Saltabaş: Başıboş, boş gezen, yalnız.
Sami: Kağnı arabasında öküzlerin boynuna bağlanan ağaç.
Samsa: Tatlı, baklava dilimi.
Samter: Kağnı arabasında samiye bağlanan ip.
San: Sen.
Sanc: Saplamak, batırmak.
Sancak: Filkete, çataliğne.
Sancilamah: Ağrı, sancı tutmak.
Sançmak: Böcek veya zehirli hayvan ısırığı.
Sandığa oturma: Ahlat’ta düğünden önce gelin çeyizi evden çıkarken bahşiş için küçük çocuğun
sandığa oturması adeti.
Sandıh: Sandık.
Sandık: Öküz arabasında yük konulacak yer.
Sankilem: Sanki.
Sannesi: Sanane.
Santrafiş: Su pompası.
Sapır supur: Saçma sapan, boş ve gereksiz konuşan.
Sapisağ: Çok sağlam, her yanı dayanıklı.
Sarala: Sarıp sarmalamak, dolamak.
Sarat: Harmanda buğdayın ilk halini elemeye yarayan büyük delikli kalbur.
Sareğ: Kapak.
Sarıgemiş: Sarıkamış.
Sarıhli: Sarıklı.
Sari: Doğru taraf, doğru yön.
Sari: Sarı renk.
Saşma: Saçma.
Sator: Satır.
Sav: Söz, laf.
Savan: Yaygı, örtü.
Savmak: Yanından başka yere göndermek.
Savuh: Soğuk.
Savurmak: Ayran aşını çömçe ile alıp yüksekten dökmek.
Savut: Soğutmak.
Saymah: Hürmet etmek, değer vermek.
Sazvant: Meyve ve sebzenin yetiştiği bağ, bahçe, bostan.
Sebi: Küçük, kimsesiz, biçare.
Sebet: Sepet.
Sedir: Oturma odalarında bulunan oturulan ve yatılan yükselti.
Sefa başan: Gönül rahatlığı, rahatlık, kaygısız ve sakinlik içindesin durumunu anlatan bir Ahlat deyimi.
Sefil koymah: Parasız, pulsuz kalmak.
Seggiz: Sekiz.
Segirdin: Koşun.
Segirtmek: Acele olarak belirtilen yöne doğru hızlı olarak koşmak veya hızla yürümek.
Seğedet: Saadet.
Seğet: Saat.
Seğort(Serinbayır): Ahlat’ta eski bir köy adı.
Sehen: Sahan, metalden yapılmış yayvan kap.
Seher: Sabahın erken saati.
Sekge (Sakke, Saka): Ahlat’ta bir köy adı.
Seki: Tavlada ya da ağılda yapılmış yüksek yatma yeri.
Sekket: Sakat.
Sekkevül: Büyük çalı süpürgesi
Sekkevüllük: Çalı süpürgesi olabilecek bitki dalları.
Sel ekmegi: Sel üzerinde pişirilen tandıra yapıştırılandan daha ince olan ekmek.
Sel: Üzerinde ekmek pişirilen sacdan yapılmış içi çukur bombeli kap.
Selav: Bataklık, sulu ve çukurlu arazi.
Selçuklu: Ahlat’ta bir mahalle adı.
Sele baş: Uzun kıvırcık saçlı.
Sele: Ağaç sap ve dallarından örgü leğen.
Seneet: Sanat.
Seneetci: Sanatçı.
Sep: Dağıtmak oraya buraya atmak, serpmek.
Ser: Kurutmak için yere yayma eylemi.
Seray: Saray.
Serbar: Pencere veya kapı üstlerine konulan uzun üst taşı, baş taşı.
Serendas: Hamam havlusu.
Serhoş: Sarhoş.
Serin: Kağnı dingili.
Serinbayır: Ahlat’ta bir köy adı.
Serkeş: Başkaldıran, kafa tutan.
Serni: Öküz arabası tekerlek bağlantı parçası, aks.
Sersam: Sersem.
Sert: Siirt.
Servan: Yan ve boylu boyunca uzanma.
Sesi salıği çıhmamak: Birinden haber alamamak.
Sesini alaminam: Sesini duymuyorum.
Severem: Severim.
Sevün: Sevinmek.
Sevündürüg olmah: Çok sevinmek.
Seyid Merdan: Ahlat’ta bir yer adı.
Seyitler Mezarlığı: Selçuklu Mezarlığı içinde bir bölüm.
Seyrantepe(Zağgi): Ahlat’ta bir köy adı.
Seyrek: Uzun ve geniş aralıklı.
Sıbrasor: Ahlat’ta eski bir köy adı.
Sıçan dermanı: Fare ilacı.
Sıçan: Fare.
Sıfat: Yüz,Çehre.
Sıgıtmak: Üşümek, soğuktan titremek.
Sığarlamah: Okşamak, ovalamak
Sığır guyriği: Taze iken yiyecek, kuru iken yakacak olarak kullanılan bir yabanıl bitki.
Sığlaş: Sığmak, yerleşmek.
Sığışma: Sıkışma.
Sıh: Sıkmak.
Sıhınti: Sıkıntı.
Sıhışdır: Sıkıştır.
Sıngal: Ev, mesken.
Sıpang: Sapan, taş atmak için kullanılan lastik ve çatal ağaçtan yapılmış araç.
Sıramak: Yorgan dikim tekniği, sıkıca dikmek.
Sırçığ: Sulu çamur.
Sırçıh: Yaramaz, şımarık.
Sırğa: Küpe.
Sırım çekmek: Deriden ip benzeri sicim çıkartmak.
Sırım: Deriden yapılmış sicim benzeri şerit; özellikle çarık dikmekte kullanılır.
Sırım: Öküz arabası dingili.
Sırma: Altın yaldızlı veya yaldızsız ince gümüş tel.
Sırnaşmah: Sürekli zorla istemek, istemekte ısrar etmek.
Sırt zoli: Kesilen hayvanın sırt bölümü derisi.
Sırtalmah: Yakasından düşmemek, şımarmak, sırnaşmak.
Sıtar etmek: Korumak, kollamak.
Sıtar olmah: Bir şeyde tutunamamak.
Sıtar: Yer yurt, yaşam.
Sıtarallah kalmamak: Her tarafı parçalanmak, dökülmek.
Sicah: Sıcak.
Sigge kesmek: “Ne yaptığımı zannediyorsun” anlamında bir deyim.
Sigge: Eski antik para.
Sileman: Süleyman isminin Ahlat ağzında söylenişi.
Sile: Ağzına değin dolu, tam.
Sille: Tokat.
Sillenmeg: Şüphelenmek.
Simsar: Bir ticari işlemin gerçekleştirilmesine yüzdelik karşılığı aracılık eden kişi.
Simek: Küçük yün yumağı.
Sinece: Sinsi
Sinem: Gönlüm, yüreğim, kalbim.
Sini dönmesi: Evlilikte kız tarafının oğlan tarafından görmek geleneğinde bıraktığı sininin hediye konularak
geri gönderilmesi.
Sini: Yemek yemede kullanılan demir büyük tepsi.
Sinor: Sınır, hudut.
Sirim: Deriden yapılmış çarık dikmekte kullanılan sicim benzeri şerit.
Sirkele: Bir şeyin üstündekileri dökmek için ileri geri hızlıca hareket etttirmek, silkelemek.
Sirmo: Peynire katılan kokulu yabanıl bir bitki.
Sitil: Küçük ibrik veya bakraç gibi su kabı.
Sivişme: Bitkilerde yeni sürgün.
Sofigırolar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Soğanlı: Ahlat’ta bir köy adı.
Soğanli Küfde: Soğan ve bulgurla yapılan bir Ahlat köfte yemeği.
Solgun: Sürülen toprak tabanını düzleştirmek için kullanılan dalları dayanıklı yabanıl bir ağaç türü.
Somat: Ekmek tahtası.
Somye: Metalden yapılmış yaylı yatak.
Son beşik: Ailenin en küçük ve sonuncu çocuğu.
Sona: Sonra.
Songüz: Kasım ayına denk gelen sonbaharın son ayı.
Sonsurat: Gülünç.
Sor: Ahlat’ta bir köy adı.
Sor Çayı: Ahlat Uludere Köyünde (Sor) bulunan çayın adı.
Sora: Sonra.
Soruşmak: Biraz çekmek, hafif kurumak.
Sosrat: Rezil, rüsva
Sögmeg: Küfür etmek.
Söğlican: Solucan.
Söhür: Sahur.
Sökülmeg: Ayrılmak, bir yere hreket etmek.
Söle: Söyle.
Söyleginen: Söylesene.
Söz: Dedikodu.
Söz kesme: Evlilik için yapılan kız isteme işinin olumlu sonuçlanıp yapılacak hazırlıkları netleştirme işi.
Söz saymah: Kötü kelimeleri birbiri ardına sıralamak.
Sözünnen dönmeg: Verdiği sözü tutmamak.
Su bağlamah: Suyu istenilen yöne akmasını sağlamak.
Suderli: Günahlı, ayıplı.
Su iti: Suda ve gölde fazla kalanlar için kullanılan bir Ahlat deyimi.
Su iti: Kunduz ,porsuk, su samuru gibi akarsularda yaşayan hayvanlara verilen genel bir ad.
Su suvarmah: Bağ, bahçe veya tarlayı sulamak.
Sukum: Surat, yüz, sima.
Sukumuni yıhmah: Suratını asmak.
Sultan Seyit: Ahlat’ta bir mevki adı.
Suna: Gölde yaşayan erkek ördek.
Surat yıhmah: Surat asmak.
Surfa bezi: Yemek örtüsü.
Surfa: Sofra.
Sus pus: Kimsenin sesi çıkmaması.
Sust: Gevşek.
Susuzluğini gırmah: Susuzluğunu gidermek.
Suşli: Suçlu.
Sutal başi: Baş soytarı.
Sutal: Boş ve çok dolaşan.
Suvamah: Sıvamak.
Suvarlıh: Dizleri tamamen kaplayan yamalık.
Suvarmak: Hayvanlara su verip, içirmek.
Suyi: Suyu.
Süd: Süt.
Süde çalan: Yoğurda katılan maya.
Südli Bulah: Ahlat’ta bir mahalle çeşmesi adı.
Südlibuğda: Sütte bekletilip sonra kurutularak yemek ve çerezi yapılan buğday.
Sülo: Süleyman isminin Ahlat ağzında söylenişi.
Sümündür: Köftelik ince bulgur.
Süpürge bağlamah: Süpürge yapılabilen bitkileri bağlayıp süpürge haline getirmek.
Sütey: Sınırları Ahlat içindede yer alan yaylanın adı.
Sütligan: Sütleğen bitkisi.
Şarki Roma Lat Galasi: Ahlat Harabeşehir Kalesi (eski kale).
Şabanoğullari: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Şabaş: Düğünde düğün çalgıcısına ve davulcusuna verilen bahşiş.
Şabbır-şubbur: Öpüşme sesi.
Şad olmah: Sevinmek, memnun ve mutlu olmak.
Şad olmak: Mutlu, memnun olmak sevinmek.
Şad: Mutlu.
Şadravan: Şadırvan, cami çeşmesi.
Şagga: Şaka.
Şaggül: Duvarcı denge aleti.
Şagirt: Çırak.
Şağ vermeg: Ağacın sürgün vermesi.
Şağ: Bitkinin dalı sürgünü.
Şağta: Yıldırım.
Şah: Hükümdar.
Şaha gahmah: Atın çift ayak üzerinde durup kişneyerek havaya kalkması.
Şahat: Şahit.
Şahbaz: Atılgan, becerikli iri yarı.
Şahıt: Şahit, tanık.
Şahin Galasi: Ahlat Sahil Kalesi.
Şahis: Şahıs.
Şahsan: Şahsen.
Şahşiver etmeg: Eşyayı kullanılmayacak hale getirmek.
Şahşiver olmah: Eşyanın kullanılmayacak hale gelmesi.
Şahşiver: Kullanılmayacak halde, bozuk, dağınık.
Şahta: Kırağı.
Şakal: 1-Asık suratlı tipsiz, çirkin kötü giyinen kimse. 2-Günlük giyilen eski ayakkabı.
Şakaşuk: Hayatın karmaşası hayhuyu.
Şakgırdamak: Yağmurun yağarken çıkardığı gürültü.
Şakgırti: Bir şeyin yere düşme sesi.
Şakıdma: Gözünü dikme.
Şakkadanak: Birdenbire aniden ortaya çıkmak.
Şakkama: Öğle saati yakıcı güneşi. Güneşin en kızgın durumu.
Şakkıldamah: Sesli gülmek, kahkaha atmak.
Şakkılti: Ani tiz gürültü.
Şakkıt: Gözlerini açmak.
Şal başta şakal kıçta: Çok gezenler için söylenen bir Ahlat deyimi.
Şal şaput: Eskiden erkeklerin giydiği bir tür şalvar gibi giyisi.
Şal: İçine tarlaya dökmek veya serpmek için tohum veya gübre doldurulan boyuna sarılan kumaş.
Şalapuk: Dağlarda yetişen yabanıl bir ot.
Şalaşop: Sulu kar.
Şallah: Büyümemiş kavun.
Şaltah: Yaygaracı.
Şalvarlıh: Şalvar yapmak için kullanılan kumaş.
Şamame: Küçük kokulu bostan güzeli kavungillerden.
Şamel: İş yapmasını bilmeyen acemi, beceriksiz.
Şan: Ün.
Şanni: Şanlı, ünlü.
Şap: Kumlu çimento ile yapılan beton yapı üstüne yalnız sulu çimento ile geçilen cila sıvası.
Şapalah kulah: Kulakları büyük ve dışa dönük olan.
Şapalak: Şaplak, avuç içi ile vurulan tokat.
Şapbadanak: Bir şeyi gereksiz bir şekilde aniden söyleme.
Şapır şupur: Abartarak öpme, öpüşme sesi, sesli yemek yeme.
Şapik: Ceket gibi kullanılan düğmesiz bir yöresel giysi.
Şaplıh: Bacak arasından çapraz kesilen parçanın ters çevrilerek yine yerine dikilmesiyle genişletilen pantolon.
Şar şar: Suyun akarken çıkardığı ses.
Şarah: Etin kaburga yağı.
Şaran: Kurdelaya dizilmiş çokça altın, altın dizisi.
Şarank: Saklanbaç oyununda, ebeyi sobelerken çıkarılan ses.
Şarat et: İşaret et.
Şarat: İşaret.
Şardan: 1-Altın kolye. 2-Geveze.
Şarg: Doğu.
Şarık: Tezek Dizisi.
Şark: Doğu.
Şarki Roma Lat Galasi: Ahlat Harabeşehir Kalesi (eski kale).
Şarpa: Eşarp, örtü.
Şart koşmah: Önceden bir şarta bağlamak.
Şavah: Şafak.
Şavahnan: Güneş doğmadan.
Şavak sökir: Gün aydınlanmaya başladı.
Şavkı gırılmah: Zevki ölmek.
Şayek: Tabanca.
Şe: Şey.
Şeb: Beton, parlak, kaygan ve düzgün bir satha sahip beton.
Şeedene gede: Bir şey yapana kadar.
Şeg: Aşık kemiğinin dik yüzünün düz kısmı.
Şeğrik: Kapak, kilit.
Şeğriklemek: Kapatmak, dışarı çıkmasını engellemek.
Şeh: Şeyh.
Şeher: Şehir, kent.
Şehid: Şehit, kutsal bir ülkü uğruna ölen kimse.
Şehit İsmail Kümbeti: Ahlat’ta bir kümbet adı.
Şehter: Sakar.
Şekal: Çok kullanılan arkası basılmış veya kesilmiş ayakkabı, terlik.
Şeker kırma: Düğün öncesinde yapılan şerbetin içine şeker kırma âdeti.
Şekerok: Doğada kendiliğinden yetişen, kök bölgesi yenen bir ot.
Şekir: Şeker.
Şele: 1-Yük. 2-Yiyecek yığını.
Şelek: Meyvenin yenilmeyen orta bölümü.
Şelele: Şelale.
Şelem: Şalgam.
Şelepe: Sulu kar.
Şeli: Şeyli.
Şellahdo: 1-Üstü başı dağınık, döküntü olan. 2-İyi ot biçen ırgat, mevsimlik işçi.
Şemşamer: Yer elması.
Şemşiye: Şemsiye.
Şemşo: Şemsettin isminin Ahlat ağzında kısaltması.
Şenlig et: Yaşanılır hale getirmek.
Şenlig: Mamur, oturulabilir yerleşim yeri.
Şennik etmeg: Yaşanılır hale getirmek.
Şennik: Şenlik, kalabalık.
Şepe: Rüzgârın biriktirdiği kar yığıntısı.
Şepik: Terlik.
Şerbet günü: Evlenecek çiftler için düğün ve nişandan önce yapılan geleneksel tören.
Şerbet: Tatlı, şekerli içecek.
Şere: Üzüm suyu.
Şerefli: Ahlat’ta eski bir mahalle adı.
Şergada: Yaramaz, kavgacı.
Şerik: Bir mala ortak olanlardan herbiri.
Şerit: İp.
Şert: Şart.
Şeşbeş: Şaşı.
Şeşo: Şaşı, göz kayması hastalığı olan.
Şevgar: Geceleri dolaşan kişi.
Şevle: Işık yansıması aydınlık, parlaklık.
Şeyh Necmettin Kümbeti: Ahlat’ta bir kümbet adı.
Şeytan atına minmeg: Şeytanca davranışlarda bulunmak.
Şıggıldamah: Cam eşyaların birbirine değerek çıkardığı ses.
Şığırlanmah: Saldırmak, hücum etmek.
Şıh: Şık.
Şıkşık: Çocukları oyalamak için kullanılan oyuncak, çıngırak.
Şılıfık: Hafifmeşrep kadın.
Şılge: Çok gezen.
Şılımper: Paspal ve kötü giyinen üstü başı perişan kendini bırakmış kişi.
Şıllıh: Utanmaz.
Şıllo: Çok konuşan, geveze.
Şımal: Taze sürgün.
Şıngılo: Başıboş, dağınık.
Şıntırlar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Şıntıroğlinin tazisi: Oradan oraya çok gezen manasında bir Ahlat deyimi.
Şıp: Birden.
Şıpık: Terlik.
Şıpır şıpır: Birbiri ardına düşen su veya gözyaşı.
Şıpırdamah: Hiç ara vermeksizin, damla damla akarken şıp sesi çıkarmak.
Şıpşıp: Ökçesiz ve arkalıksız terlik.
Şır şır: Sürekli akan su.
Şır: Su sesi.
Şıra: Üzüm ve öteki meyvelerin suyu.
Şırahana: Üzümün üzerinde ezildiği oyuk şeklindeki taş.
Şırdan: 1-Midenin bir bölümü. 2-Bağırsak (sakatat yemeğide yapılır).
Şırfınti: Seviyesi düşük, bayağı kadın.
Şırtık: Şımarık.
Şifon: Parlak bir tür kumaş.
Şigolar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Şikeet: Şikâyet.
Şiket et: Şikâyet et.
Şiket: Şikâyet.
Şikil: Surat, yüz, şekil.
Şil: Yorulmuş olup eli ayağı tutmayan, sakat.
Şilan: Kuşburnu bitkisi.
Şile: Bir tür bulgur lapası yemeği. Ağaçlarda böceklerin yol açtığı yapışkan akıntı.
Şilişat: Kıpırdamayacak bir halde felçli olma durumu.
Şillo: 1-Beceriksiz. 2-İki ayağı eli tutmayan, yürüyemeyen.
Şilor: Ekşi erik.
Şilşeht: Hiçbir yeri tutmayan felçli.
Şilte: Döşek.
Şimal: 1-Kuzey.2-Düz ve kaygan.
Şimal: Bitkilerde taze sürgün.
Şimşat: Şimşek.
Şindi: Şimdi, şu anda, bulunduğumuz zamanda.
Şinger: Bir mahalle oyunu.
Şipana şilor gelen kilor: Kapıdan giren herkesin aynı şekilde hareket ettiğini anlatan bir deyim.
Şipana: Kapı önü, eşik.
Şire: Tatlıların üstüne dökülen kaynatılmış şekerli su.
Şirin aşi: Aşure yemeğinin Ahlat ağzındaki ismi.
Şirin kayganah: Yeni doğum yapmış kadına sütü gelsin diye yapılan bir Ahlat yemeği.
Şirin: Tatlı.
Şirinnik: 1-Mutlu bir olayı tatlı ile kutlama. 2-Yeni giysi giyildiği ya da alındığında verilen armağan.
Şirit: Şerit ip.
Şirret: Asabi, kötü huylu kimse.
Şiş: 1-Şişmek (karnı şişmek, yarası şişmek vs.) 2-Bir ucu sivri demir.
Şişek: Doğurmamış iki yaşındaki koyun.
Şişmek: Böbürlenmek.
Şitedme: Sikayet edip üzerine.
Şitil: Bostana ekilen sebze fidanı.
Şivan: Ağıt, yas.
Şofer: Şöför.
Şohum: Tarlanın sürülüp toprağın alt üst edilmesi.
Şohut: Ağızsuyu, salya.
Şohutli: Salyası akan.
Şollo: Çok konuşan, geveze.
Şoluk: Küçük yapraklı, yabani bezelyede denilen yenilebilen bir bitki.
Şom ağızli: Kötü haber taşımayı adet edinmiş kimse.
Şongur: Cevizle oynanan bir oyun.
Şoppo: Büyük ağız.
Şor balıh: Tuzlu balık.
Şor etmeg: Kendisini çekimser yapmak, kenara çekilmek.
Şor şor bulaği: Suyu yüksekten akan çeşme.
Şor şor: Bahçe suyunun seki yüksekliğinde akan bölümü.
Şor tutmah: Nezle olmak.
Şor: Fazla tuzlu.
Şorah: 1-Tuzlu yer. 2-Çorak. 3-Tuzlu su.
Şoran: Yara nedeniyle, yakındaki bezelerin şişliği, ağrısı.
Şoratan: Damdan yağmur suyunun aktığı yer, boru, yağmur oluğu.
Şorav: Tuzlu, gölde yüzdükten sonra deride oluşan sodalı su izi.
Şorba: Çorba.
Şorek: Albenili dişi hayvan. (Genelde inekler için kullanılır.)
Şorlamah: Fışkırarak, hızla akmak (kan, su vb.).
Şorli: Sürekli burnu akan.
Şorşor: Küçük çeşme, hayrat.
Şortuk: Örgü dokuma.
Şottur Dodak: Ağzı aşağı sarkan.
Şöbe: Saklambaç gibi çocuk oyunlarında, ebenin gördüğü oyunculara ya da oyuncuların ebeye söyledikleri söz.
Şöhrüm: Nazım, sözüm.
Şöhür: 1-İstek ve arzu, naz. 2-Geçerlilik.
Şöhüri yetmeg: Nazı geçmek.
Şöhürlenmeg: Nazını geçirmek.
Şöle: Şöyle.
Şövle: Gölge.
Şubat Karısı: Cadı kadın.
Şubat: Cadı, çocukları kaçıran kötü kalpli bir masal kahramanı.
Şula: Teğel.
Şulalamah: Teğellemek.
Şum: 1-Asık yüzlü, sempatik olmayan. 2-Donuk
Şumal: Düz, kaygan.
Şuşa: Ekin yığını.
Şuşa: Şişe, çay bardağı.
Şuşalanmah: Yığın haline getirmek.
Şükr: Şükür.
Şülelemek: Elle dikiş dikmek.
Şürüt: Ganimet, para.
Şüşa: Gözün içi.
Tiringo: Bir Ahlat folklor oyunu adı.
Ta: Bir şeyin başladığı veya sona erdiği noktayı zaman ve uzaklık bakımından abartmalı bir biçimde anlatan bir söz.
Tabah: Tabak.
Tabaha: Sigara sarmak, tütün bırakmak için kullanılan küçük metal kutu.
Tabdaba: Karaciğer kıyması veya kıyma ve bulgur ile yapılan yassı köfte türü yemek.
Tabe: Peki, tabi, elbette.
Tabtah: Yassı düzgün yüzeyli nesne veya yer.
Tac taşi: Süslü en üste koyulan taş.
Tafra: Yüzü asık.
Tağ atmah: Kabak ve karpuz gibi bitkilerin dallarının çoğalması.
Tağ: Karpuz, salatalık gibi bitkilerin gövde ve dalları.
Tağzir: Üstü kapalı azarlamak.
Tah: Takmak, geçirmek, iliştirmek.
Tahım: Alet takımı.
Tahret: Taharet.
Tahsi: Taksi.
Tahsilli: Okumuş, eğitimli.
Tahsilman(Tahtısüleyman): Ahlat’ta bir mahalle adı.
Tahtasız: 1-Gereksiz boş konuşan,Patavatsız. 2-Göğüs kemiği olmayan.
Tajdın: Tacettin.
Taka tah şaka şah: Sıkıntılı ve koşuşturmayla geçen hayat için kullanılan bir deyim.
Takatuk: Karışıklık, koşturmaca, gergin çalışma.
Takgala: Takla.
Takget: Kuvvet, güç, derman.
Takgırdamah: Ayakkabı veya nalların sert zeminde çıkardığı ses.
Takgoz: Takoz, fren ağacı.
Takımtaklavat: Bir işle ilgili tüm ayrıntılar veya tüm kişiler.
Takkala kulah: Paldır küldür.
Takkatuk: İnişli çıkışlı seyreden hayat kavgası.
Talak atmah: Boşanmak.
Talan: Karışıklık, dağıtma, yağmalama.
Talanın tevreze gide: “Yağmayı yapanı bir daha yakalayamazsın.” veya “Hatanı zamanında düzelt.” manasında
bir Ahlat ilenme sözü.
Talas: Rüzgârın kaldırdığı toz.
Talaz: Rüzgârda deniz dalgası.
Taleh: Talih.
Tamah: Meyletmek.
Tamahkar: Başkasının malında gözü olan.
Tamarzi: 1-Yoksulluk, yokluk, yoksun, muhtaç 2-İlk turfanda yiyeceğine hasret kalan. 3-Hasret kalmak,
arzulamak, özlemini çekmek.
Tamaşa: Bakmak, seyretmek.
Tamu: Cehennem.
Tandır evi: 1.Tandırın bulunduğu toprak dam. 2.Ekmek yapılan yer.
Tango minno: Süslü kimseler için söylenen bir Ahlat deyimi.
Tango: Son modaya aşırı uymuş ya da genellikle açık saçık giyinmiş, şık kadın.
Tanışıh: Ahbap, tanıdık.
Tap tap: Sığır dışkısı.
Taptaba: Bulgur, Karaciğerden yapılan bir Ahlat yemeği.
Tap: 1-Elle yapılan düzeltma sıkıştırma işi. 2-Tapınmak işi.
Tapa takmah: Tıpa ile akan suyu tıkamak.
Tapa: Suyu tıkamaya yarayan araç.
Tapan çekmek: Tohum ekildikten sonra tarlayı düzeltmeye yarayan yassı ağaç araç ile sürgülemek.
Tapan: 1) Sürülen tarlayı düzeltmeye yarayan düz ve geniş tahta. 2) Geniş, şişman.
Tapavank: Ahlat’ta eski bir köy adı.
Tapbadanak: Aniden, birdenbire.
Tapdamah: Döğerek yassılaştırmak, düzgünleştirmek.
Tapgaz: Birbirine geçmiş dikleşmiş saç.
Tapol: Horum yapılacak, çevresi düzeltilmiş ot birikintisi.
Tar: Kümes hayvanlarının tünedikleri yer.
Taraklık: Etin pirzolalık yeri.
Tarafınnan: Tarafından.
Tareh: Tarih.
Tarlan: Kümes hayvanları için tünemek.
Tarma: Köy evlerinde, ahırlarda yük koymaya ya da yatmaya yarayan büyük sergen.
Tarmadağın: Darmadağınık.
Tars: Evin damını örten ağaç kirişi, orta büyüklükteki kereste.
Tas: Su içmek veya çorba için kullanılan derin, yuvarlak metal kap.
Tasık: Küçük çömlek.
Taslamah: İddia etmek.
Taşennah: Dertli, kötü hastalık.
Taşgala: Telaş içinde, kalabalık.
Taşharman: Ahlat’ta bir köy adı.
Tat: Uyku.
Tatet: Uyu.
Tavi: Geçici yağmur.
Tavla: Ahır, büyükbaş hayvan barınağı.
Tavlamak: Kandırmak, ikna etmek.
Tavlanmah: Şişmanlamak, yağlanmak, semirmek.
Tavli: Şişman, yağlı, besili hayvan.
Tavtavi: 1-Aptal, budala. 2-Tembel.
Tavula: Ahır.
Tay tay: Küçük bebeklerin ilk ayakta durması.
Taya: Ot yığını.
Tayin: Sayılı yemek, yiyecek, küçük ekmek.
Tazbeh: Tezbih.
Te: işte.
Tebbe: Tepe.
Tebelleş: Musallat olmak.
Teberik: Çok kıymetli, az olan, az bulunan.
Tebi: Tabi, evet.
Tecelli etmeg: Yapılan bir işin tamamlanması.
Tecelli: İş, eylem.
Tee: Uzaklık anlatan bir tür eylem.
Teeccüp: Şaşkınlık, şaşırma.
Teg: Tek, yalnız.
Tegavüt: Emekli.
Tegge: Tekke, dergâh.
Teğde: Ziyaretçi, elçi.
Tehe: Önemsiz boş iş anlamında bir ünlem.
Tehi: Daha.
Tehtil: Tatil.
Tej: Samandan ayrılmış buğday yığını.
Tekiş: Tekleri birbirine uymayan, benzemeyen, tek kalan.
Tekmük: Tekme.
Telbaği: Çuvalların ağızlarını dikmeye yarayan kıl ip.
Telebe: Öğrenci.
Telek: Kuş, tavuk gibi hayvanların tüyleri ve kanatları.
Teles: Acele etmek, hızlıca işi yerine getirmek.
Telis: Gözenekli ketenden yapılmış büyük çuval.
Tellenmeg: Küsmek, darılmak, gücenmek.
Tembeh: Tembih etmek.
Temür Ağa: Bir Ahlat folklor oyunu adı.
Tendir: Tandır, ekmek pişirilen ocak.
Tendir kalamak: Tandıra odunları yanacak şekilde yerleştirmek.
Tendire vurmah: Açılan ekmek hamurunu pişmesi için tandıra yapıştırmak.
Tendirevi: Mutfak veya ekmek tandırının bulunduğu yer.
Tendirlih: Kökü kalın ot (tandırda yakmak için).
Tene: Tane, adet.
Tenezzül: Alçakgönüllülük, Öneme katmak.
Tensiz: Anlayışsız, yerli yersiz konuşan, huysuz eğitilmemiş.
Tente: Güneşlik.
Tentene: Dantel.
Tepersiz: Yüreksiz, onursuz, gurursuz.
Teppe: Tepe, yokuş.
Teppelik: Üzeri altın dizili, süslü kadın fesi.
Teprenmek: Kımıldamak, sallanmak yerinden oynamak.
Terebarık: Öküz arabalarında ot yüklenen yerin yük dökülmesin diye kazıkların yanlarına geçirilen koruma tahtası.
Teref: Yön, taraf.
Terek: Raf.
Terekeme: Melez.
Terence: Eski evlerde ocağın iki yanındaki kalın duvarlar oyularak yapılan ve ufak tefek şeyler koymaya yarayan göz.
Terget: Terk etmek.
Terhis tezkeresi: Askerliğini bitirdiğine dair verilen belge.
Terk: Arka.
Terki: Arka, arkası.
Terkime: Arkama.
Termaş: Hayvan sürüsü.
Terpaş: Sahan kapağı.
Terpetmek: Hareket ettirmek.
Terpoş: Ter silen başlık
Tesgere: İki kişinin taşıdığı dört kollu harç, toprak ve çakıl vs.taşımaya yarayan inşaat aracı.
Teş: Yazık oldu.
Teşan: Cüzzam yarası.
Teşelemek: Uyuşmak.
Teşenek: Şişlik, iltihaplı yara.
Teşgala: Karmaşa, telaş etme.
Teşi: Yün eğrimeğe yarayan alet.
Teşkala: Telaşlı, ağız kalabalığından ne dediğini bilmeyen, karışık, karmaşık.
Teşt: Demir büyük leğen.
Teto: El.
Tevliget: Sülale, soy, sop.
Tevlugat: Hısım, akraba.
Tevrez: Yanlış, ters.
Tevşi: Tabak.
Teydaha: İşte orada.
Teyek: Asma dal ve yaprakları.
Teyğot(Taşharman): Ahlat’ın eski bir köyünün adı.
Teyip: Kasetçalar.
Teymük: Tekme.
Tez: Çabuk, hızlı.
Tezbeh: Tesbih.
Tezden: Erkenden.
Teze: Taze.
Tezginen: Hemen, acele.
Tezze: Taze, yeni.
Tezzek: Hayvan dışkısından elde edilen yakacak türü.
Tığ: Döğülmüş buğday sapı öbeği.
Tığe: Korkak.
Tıh nefes: Nefes nefese.
Tıh: Tık, tıkamak, sıkıştırmak.
Tıhan: Tıkanmak, soluk alamamak.
Tıhdap: 1-Kefaret. 2-Tılsım.
Tıhtap tasi: Kutsal olduğuna inanılan bir tas.
Tıhtımor: Böğürtlen.
Tın tın: Yavaş yürüyen, yavaş iş yapan kimse.
Tınnamah: Önemsememek, aldırış etmemek.
Tıntes: Soba borularını veya küpeye gır sürmek için ucuna bez bağlanmış sopa.
Tıntın: Ağırkanlı, yavaş iş yapan.
Tıntoz: Her şeyi çırpmak veya karıştırmak için kullanılan yassı sopa.
Tırandaya: Alaya almak.
Tırçıh: Çok sulu cıvık çamur veya hayvan dışkısı toprağı.
Tırğeş: Hurda.
Tırhas: Tam burulmamış boğa.
Tırheş: Ezilmiş.
Tırıh: İsal.
Tırıhlamak: Sürgüne yakalanmak.
Tırıs: Durmadan hızlıca koşmak.
Tırmık: Ot toplamaya yarayan tarak şeklinde tahtadan yapılmış araç.
Tırtıhlı: Kenarları girintili çıkıntılı.
Tısbağa: Kaplumbağa.
Tısbağali bulah: Ahlat’ta bir kaynak suyu yer adı.
Tısdayaza: Karafatma böceği.
Tifağ: Hastalık, dert, keder, kötülük.
Tifah: Günah.
Tifdik: Yumuşak yün.
Tij: Yağ, peynir vb. şeyler kötü olmak, tadı bozulmak.
Tik: Dik.
Tikan: Diken.
Tikbaşli: İtaatsiz inatçı, dik kafalı.
Tike: Dürüm gibi bükülen ekmek lokması veya parçası.
Tiker: Tekerlek.
Tikir: Dikiş dikmek.
Tikiş tikmeg: Dikiş dikmek.
Tikle: Dik duruma getirmek.
Tikme degenek: Eski bir çocuk yetişkin mahalle oyunu.
Tikme: 1-Dikme. 2-Fidan.
Tilkiler deligi: Ahlat’ın Van Gölü sahilinde kıyıda suların aşındırmasıyla oluşmuş bir bölge adı.
Tille: Dilim.
Timtik: Dimdik.
Tingirdemeg: Metal ve teneke gibi şeylerin çıkardığı sesler.
Tintin: Bir işi yavaş yapan.
Tintoni: Bir işi yapmakta kararsız olma.
Tip: Şekil, durum.
Tipi: Kar fırtınası.
Tir: Buğday ekim sırası.
Tir: Büyük taneli, yumuşak bir çeşit buğday.
Tirana: Alay, eğlenme.
Tiranaya almak: Alay etmek.
Tiren: Tren.
Tirindi: Yapılarda kapı ve pencerenin üstündeki kemeri bağlayan uzun tek parça bağlantı taşı.
Tiringo: Bir Ahlat folklor oyunu adı.
Tisginmek: İrkilmek, aniden paniklemek.
Tiştir: Doğum yapmamış keçi.
Titireme: Titremek.
Tivini: Tüyünü.
Toba: Tövbe.
Toh ye: Doymak.
Toh: Aç olmayan, tok
Tohat: Tokat.
Tohdor: Doktor.
Tohli: Bir yaşındaki kuzu.
Tohumah: Dokumak.
Tohun: Dokun, temas et.
Tohunma: Dokunma.
Tokkaç: Çamaşır yıkarken çamaşırı dövmeye yarayan yassı ağaç, tokmak.
Tokya: Bir çeşit plastik terlik.
Tolagka: Kısa ceviz sopası.
Tomafel: Otomobil.
Tomates: Domates.
Tomofil: Otomobil.
Top atmah: İflas etmek.
Topala haşmer: Bir çocuk oyunu.
Topbuh: Topuk.
Topbuz: Yuvarlak dikenli çiçeğinin içi yenilen bir çeşit yabanıl bitki.
Topi topi: Hepsi hepsi.
Tor: Balıkağı.
Torazlamak: Rastgele savurmak fırlatmak.
Torpah başan(ola-başıma): Karşıdakinin ölümünü isteme anlamında bir Ahlat deyimi.
Torpah halıma: Olumsuz bir durum ile karşılaşıldığında üzüntüyü dile getirmek için söylenen söz.
Torpah: Toprak.
Tortop etmeg: Büküp toplamak.
Tortop: Bükülüp toplanmış.
Tortopig: Toplu, şişman, tombul.
Tortuk kavurması: Tortukla yapılan bir Ahlat yemeği.
Tortuk: Yaprakları yenebilen bir tür yabani ot.
Torun: Bir öküz ismi.
Tosbağa: Kaplumbağa.
Toso: Şişman aynı zamanda kısa boylu, tıknaz.
Tosso: Açgözlü.
Tosun: Danalıktan yeni çıkmış genç boğa.
Totaba: Beceriksiz.
Toto: Kalça.
Totuk: Hayvan ayağı (sığır,koyun,keçiler için).
Toy begi: Bir düğünün düzenlenmesinden sorumlu olan ve bütün masraflarını üstlenen kişi, düğün ağası.
Toy Hahi: Düğüne katılanlar.
Toy pitiği: Çöreğe benzer düğün ekmeği.
Toy tohlisi: İri bir kuş.
Toy: Düğün.
Toyi: Düğünü.
Toyluk: Düğün zamanı düğüne gelenlere verilen ikram, hediye.
Toz torpah: Toz ve toprak yığını.
Tozag: Kadınların başlarına taktıkları renkli iplerden yapılan ponpon, püskül.
Tozak: Toz gibi ince ince ve hafif yağan kar.
Töbe: Tövbe.
Töbeler töbesi: Gerçekten hakikaten.
Töhmet: Sitem, şikâyet etmek.
Tök: Dök.
Tökil: Dökülmek.
Töre: Adet, gelenek.
Töri: Türemek.
Töşek: Döşek,yünden yapılmış yer yatağı.
Tuc: Tunç metali.
Tuhtum: Çeyrek okka ağırlığındaki eski bir ağırlık birimi.
Tula: Köpek yavrusu
Tuluh: Hayvanların derisinden yapılan pekmez, peynir, yağ vb. şeyler koymaya yarayan ya da yayık olarak kullanılan tulum.
Tum: Çok ağlamaktan dolayı kendinden geçmek.
Tuman: Uzun kilot, don.
Tumb: Bahçelerde topraktan yapılan yüksekçe bölme,tümsek.
Tummah: Suya dalmak batmak, nefesi kesilmek, sesi soluğu çıkmamak.
Tur: Dülgerlerin kullandığı, taş ve tahtada delik açmaya yarar bir araç.
Turş: Ekşi.
Turşi aşi: Dövme, nohut, kuru bakla, kuru erik(şilor)dan yapılan bir Ahlat yemeği.
Turşumak: Ekşimek.
Turşumuk: Tadı ekşi yenen bir tür yabani bitki.
Turtumturah: Gösteriş, debdebe.
Tut: Dut.
Tuta: Yakalanmak.
Tutacah: Sıcak tencereyi tutmaya yarayan örgü.
Tutar dalı olma: Birini seven savunan ve arkasında duran olma anlamında bir deyim.
Tuturuk: Ocak, soba vb. şeyleri tutuşturmak için kullanılan çalı çırpı, çıra gibi kuru yakacaklar.
Tüfeng: Tüfek.
Tüken: Dükkân.
Tülki: Tilki
Tülbent: İnce bezden yapılmış başörtüsü.
Tülemek: Tavuk ve kümes hayvanlarının tüylerinin yonulduktan sonra kalan küçük tüylerinin yakılması.
Tülingi: Çok ve boş gezen, başıboş aylak.
Tüllür degenek: Çelik çomak
Tülünk: Ucu kancalı ot toplama veya tayadan ot çıkartma aracı.
Tümsük: Yumruk.
Tünemeg: Kümes hayvanlarının kümeste uyudukları yer, tünek.
Türki düzmeg: Türkü uydurup söylemek.
Tüssi: Tütsü.
Tütdi: Duman tütmesi.
Tüv: Tüy.
Tüvlenmeg: Saçı sakalı uzamak, çıkmak.
Usda Şagirt Kümbeti(Ulu Kümbet): Ahlat’ta bir kümbet adı.
Uci Boyunduruğ: Eskiden varlığına inanılan bir ucu gökte bir ucu yerde olan masalsı yaratık.
Uci: Ucu, kenarı, başı.
Ucun ucun: Azar azar,yavaş yavaş.
Uç uç böcegi: Uğur böceği.
Uçah: Uçak
Ud: Yut.
Udmah: Yutmak.
Udmak: Oyunda karşı tarafı yenmek.
Ufağ küfde: Et, ince bulgur ufak yuvarlaklar halinde ile yapılan bir tür Ahlat köfte yemeği.
Ufağ: Küçük.
Uf olmah: Yaralanmak.
Uğramak: Ziyaret etmek, hal hatır sormak.
Uğri: Düşman, eşkıya.
Uğrun uğrun: Gizli gizli.
Uğrun: Gizli.
Uhari: Yukarı.
Uhi: Uyku.
Ula: Kaba sesleniş ünlemi.
Ulu Camii: Ahlat’ta Harabaşehir mevkiinde bulunan camii.
Uludere(Sor): Ahlat’ta bir köy adı.
Umişah: Yumuşak.
Umur: Önemseme, aldırış etme.
Un akşamı: Düğün ve kınadan önce düğünde yenecek ekmeklerin hamurunu yapmak için aile bireyleri
arasında yapılan eğlence.
Un ufak: Parça parça.
Un: 1-On. 2-Öğütülmüş tahıl tanesi.
Unidiram: Unutuyorum.
Unudmah: Unutmak.
Ur ufak: Çok küçük parça.
Ur uşah: Çoluk çocuk.
Ur: Kanserli yara.
Uray: Belediye.
Urba: Giyisi.
Urbuk: Güğüm, soba üzerinde su ısıtılan araç.
Urğan: Yük bağlamaya yarayan halat.
Uruk: Evin veya duvarın köşesi.
Urum: Rum.
Urus: Rus.
Urusca: Rusca.
Usda Şagirt Kümbeti(Ulu Kümbet): Ahlat’ta bir kümbet adı.
Usda: Usta
Uşah: Çocuk
Uşgun: Ekşili bahar yaz aylarına mahsus dağ muzuda denilen bitki.
Uşgur: Pantolon kemer lastiği veya ipi.
Utancah: Utangaç.
Uva: Yuva.
Uvan: Van ili.
Uyah: Uyanık, uyanmış olan.
Uydum delisi: Başkasının sözüne giden, aklını kullanmayan.
Uzadıp: Uzatmış.
Üryan Baba: Ahlat’ta bir yatır ziyaret yeri.
Üç peşli enteri: Ahlat’ta eskiden giyilen kadın elbisesi.
Üçün: İçin.
Üfürmek: Havadan gelmek, üflemek.
Üfürük: Ağızdan hızlı biçimde hava çıkarma, üfleme.
Üfürüzüm: Islık.
Ügürme: Bebeği uyutmak için sallama.
Ügürük: Hamam böceği.
Ügüt: Öğüt.
Ügütmek: Öğütmek.
Ük: Yük.
Ükle: Yükle.
Ükli: Yüklü, hamile, gebe.
Üklük: Evlerde yatak bırakmak için kullanılan yer.
Üksel: Yüksel.
Üksük: Dikiş yaparken parmağa takılan metal koruyucu.
Ümre: Umre.
Ür: Havlamak.
Üreg: Yürek, cesaret.
Üregi kopmak: Çok korkmak.
Üregi yanmak: Yüreği yanmak.
Ürekbaşı: Kalp.
Ürimek: Köpeklerin havlaması.
Ürüzgar: Rüzgar.
Üryan Baba: Ahlat’ta bir yatır ziyaret yeri.
Üryan: Çıplak.
Üsbaş: Giyecek, elbise.
Üsde: Üste.
Üsdelemeh: Tekrarlamak.
Üsden almah: Ayrıntıya girmeden.
Üsgek: Yüksek.
Üsgeklenmeg: Ayaklarının üstüne boylanıp bakmak.
Üsgeltmek: Yükseltmek.
Üsgür: Öksürük.
Üst baş: Giyisiler.
Üsüf: Yusuf.
Üş: Üç.
Üşah: Çocuk.
Üşenmeg: Erinmek.
Üşüş: Toplanmak, birikmek.
Üz çekmeg: Yüzünü başörtüsüyle kapatmak.
Üz görümligi: Damadın gelinin duvağını açmak için verdiği bahşiş hediye.
Üz gübresi: Ürün çıktıktan sonra tarlaya atılan gübre.
Üz: Yüz.
Üz üze: Yüz yüze.
Üzerlik: Tanelerinden süs eşyası veya nazarlık yapılan bir bitki.
Üzerine gahınç etmeg: Birinin üstüne suç yüklemek.
Üzi gara: Yüzü kara, utanılacak bir durumu olan.
Üzi: Yüzü.
Üzirgar: Rüzgâr.
Üziguyi: Yüzüstü.
Üzin ağ ola: Yüzün ak olsun, yaptın yapacağını anlamında bir Ahlat deyimi.
Üzli: Yüzlü.
Üzlemek: Kılıf yapmak.
Üzmeg: Yüzmek.
Üzüg: Yüzük.
Üzük oyini: Ahlat’ta ev içinde oynanan bir yetişkin oyunu.
Üzümerig: Bir erik çeşidi.
Üzün: Özün, yüzün, kendin.
Veştong: Ahlat’ın bu günki Saka adındaki köyü
Va: Şaşma ünlemi.
Vahıt: Vakit.
Vala: Vallah anlamına gelen bir yemin sözü.
Valami: “Sahi mi, vallahi mi, gerçek mi?” anlamına gelen soru ifadesi.
Valla: Bir yemin sözü. (Yeminlen)
Vallah: Allah, doğru tabiki anlamında bir yemin sözü.
Van Gölü Cenevari: Van Gölünde yaşadığına inanılan bir efsanevi yaratığın adı.
Var olasan: Çok yaşayasın anlamında deyim.
Variyet: Zenginlik.
Varlı: Varlıklı, zengin.
Vaş: Alay için kullanılan bir ünlem.
Vay başan: Vay sana, dert sana.
Vay başıma: Vay bana, dert bana.
Vay çekme: Nazar etme anlamında bir deyim.
Vay şivan: Avazı çıktığı kadar çığlık atarak ağlamak.
Vay: Eyvah, kötülük.
Vağy etmeg: Pişmanlık duymak.
Vayvali: İllaki, mutlaka.
Vayvayli: Düzgün olmayan karman çorman.
Vazgeş: Vazgeçmek.
Vefad: Ölmek, ölüm.
Velvele: Gürültü, patırtı.
Vengildemeg: Köpek yavrusu bağırtısı.
Ver getsin etmek: Vurmak, bağırarak dağıtmak anlamında bir deyim.
Veran: Virane.
Vergarar: Tutum, bereket, arttırım.
Vergarar etmeg: Tutumlu ve bereketli olmak.
Vergi: Özgü, özgün
Vergili: Evlenmek üzere sözü alınmış kız.
Verginen: Versen, versene.
Verik: Genç tavuk, piliç.
Vertaz: Alt üst olmuş yıkık.
Vesayit: Araba, araç.
Vesike: Belge.
Vesvese: Endişe.
Veştong: Ahlat’ın bu günki Saka adındaki köyü.
Vetan vazifesi: Askerlik.
Veziyet: Durum, hal, tavır.
Vığılti: İnleme ağlama sesi.
Vıjıh: İshal.
Vıjık: Sulu hayvan dışkısı.
Vıjıldamak: Işıldamak.
Vınlamah: Dönen nesnelerin çıkardıkları ses.
Vırçık: Sulu çamur.
Vış: Acıma, şaşkınlık, sevgi, üşüme bildirir bir ünlem.
Vıy: Bir şaşma ünlemi.
Vicud: Vücut.
Vula(Vıla): Hey, hişt, ey anlamında bir seslenme ünlemi (ula).
Vulan: Ulan.
Vurağan: Kavgacı hayvanlar için kullanılan bir tabir.
Vurmah: Dövmek, vurmak.
Vuruci: Katil, haydut, saldırgan, vurucu.
Vurup: Vurmuş.
Vuruşdurmak: Döğüştürmek.
Vuş: Bir şaşırma ünlemi.
Ya: Evet.
Yaba: Harman savurmakta veya ot taşımakta kullanılan çatal biçiminde tahtadan veya metalden bir tarım aracı.
Yabanlık: Dışarıda giymek için alınan yeni elbise.
Yad eylemeg: Hatırlamak.
Yades: Lades oyunu.
Yağlık: İnce beyaz tül kumaştan yapılan başörtüsü.
Yağolar: Ahlat’ta bir sülale ismi.
Yah: Müzik üretme veya söyleme (türkü yakmak).
Yah: Yakma.
Yahacah: Yakacak.
Yanacah: Yakılan şeyler.
Yaha gutarmah: Yakasını kurtarmak, istemediği bir işten kurtulmak.
Yahala: Yakala.
Yaharmah: Yalvarmak.
Yahın: Yakın.
Yahma: Sürme eylemi (kına yahma).
Yahmah: Sürmek (kına, makyaj yapma).
Yahşi: Güzel.
Yakıldamah: Şikâyet etmek.
Yalah: Hayvanların su içtiği taş veya ağaçtan oyma kap.
Yalanguz: Yalnız.
Yalannan: Yalandan göstermelik.
Yaldanmah: Kanmak,aldanmak.
Yaldatmah: Aldatmak, kandırmak.
Yalın ayah: Çıplak ayak.
Yalınayahnan: Çıplak ayakla.
Yalıngat: Tek kat hafif ince giyisi.
Yaltahlanmah: Yağcı, dalkavuk.
Yalvar yahar: Israr edip çok yalvarmak.
Yama: Elbisenin yırtılan yerine dikilen kumaş parçası.
Yamalıhlı: Yama yapılmış olan.
Yamlar: Ahlat’ta bir mahalle ve mevki adı.
Yam Çayi: Ahlat Yamlar Mahallesinde ki çayın adı.
Yanacah: Yakacak çalı çırpı.
Yandırmah: Yakmak.
Yane yane: Yana yana.
Yanıni yere vermeg: Yan yatarak uzanmak.
Yanigara: Sığırlarda görülen bir hastalık.
Yani karalacah: “Yaraların iyileşmesin” anlamında bir Ahlat ilenme sözü.
Yannış: Yanlış.
Yanper: Eğri.
Yanpeş: Eğri yürüyen.
Yanpiri: Eğik, eğrilmiş.
Yanz: Sinsi, sevimsiz, başkasını çekemeyen.
Yapah: Yapalım.
Yapma: Hayvan tezeğini kurutmak için hazırlamak.
Yapuş: Yapışmak.
Yapuşdurmah: Yapıştımak.
Yar: Böl.
Yaran: Dost, arkadaş.
Yarımcan: Hastalığı ilerlemiş kişiler için söylenir.
Yarım Kümbet: Ahlat’ta ismi bilinmeyen inşaatı yarım kalmış kümbet adı.
Yarım yamalah: Eksik yapılmış iş.
Yarımağız: Üstünkörü, dil ucuyla, isteksiz içten gelmeyerek.
Yarilamah: Yarısına gelmek yarılamak.
Yarma aşi: Yarma ile yapılan bir çeşit çorba yemeği.
Yarmalıh buğda: İri, pilavl için yapılacak bulgurluk buğday.
Yarma: Kaynatılıp kurutulan buğdayın iri çekilmiş hali, pilavlık bulgur.
Yarpah: Yaprak.
Yarpuz: Kokulu bitki, yabani dağ nanesi.
Yasla: Taklit.
Yastık: Öküz arabasında serninin üstüne gelen dişli.
Yastuh: Yastık.
Yaş: Islak, taze.
Yaşmah tutmah: Gelinin kocasının yakınları ile fısıltıyla konuşması.
Yaşmah: Gelinlerin ağzını kapatarak evin ileri gelenleri ile konuşmadan hareketleri ile anlaşması.
Yaşmahli: Yaşmak tutan.
Yaşmak: Yüzünü gizlemek, konuşmamak veya fısıltı ile konuşmak.
Yatırtmah: Yatağa yatmasını sağlamak.
Yavan ekmek: Yemek olmadan yenilen ekmek.
Yavan: Yağsız, katıksız.
Yavşan: Yaprakları büyük bir tür yabanıl ot.
Yayan: Yürüyerek.
Yazı: Kader.
Yazıği gelmeg: Vicdan yapmak, karşıdakinin zarar görecğini düşünerek çekilmek.
Yazıh: Fakir zor durumda olan.
Yazın: Kaderin.
Yeddi ceddi: Yedi ata, yedi nesil.
Yeddi düvel: Yedi devlet.
Yeddi: Yedi rakamı, yemek, yetti.
Yege: Eğe.
Yekinmeg: Bir eylem yapmaya davranmak.
Yeksan etmeg: Koparmak, yerinden etmek.
Yeksan: Kopma.
Yel: Romatizma.
Yele verme: Rüzgârda savurmak.
Yeliklemek: Aşermek.
Yelin: Sine, göğüs.
Yelin: Yenilmek.
Yelinli: Memesi süt dolu inek.
Yeltenmeg: Teşebbüs etmek kalkışmak.
Yemlik: İlkbaharda yetişen, uzun ve sivri yapraklı, toplanıp yenilen bir yabanıl ot.
Yemman: Yaman.
Yen: İn.
Yendir etmemek: Gururuna yedirememek.
Yendirmeg: İndirmek.
Yeniköprü(Garmuç): Ahlat’ta bir köy adı.
Yeniköy: Ahlat’ta bir köy adı.
Yenmeg: 1-İnmek. 2-Yenmek, galip gelmek.
Yenme: İnme,felç.
Yer almasi: Yumrugillerden kök yumruları yenen bir bitki.
Yeri gelmek: Sırası gelmek, zamanı uygun olmak.
Yeri: Yürü.
Yeriginen: Yürü git.
Yerinmeg: Yakınmak.
Yerişmek: Olgunlaşmak, yetişmek.
Yersiz: İlgisiz, gereksiz.
Yer terpenmesi: Deprem.
Yesir: Esir.
Yeşillenmeg: İştaha gelmek.
Yeşillik: Yeşil sebzeler, yeşil olan yer.
Yetig: Bir işten durumdan bilgisi olan.
Yetim: Babası olmayan.
Yetirebülme: İnanabilmek, yetiştirebilmek.
Yetirmek: Büyüyüp, beslemek, yetiştirmek.
Yetmişbinbela: Çok zor şartlar altında.
Yığınah: Bir sürü, topluluk.
Yıha: Yıkamak.
Yıhılmah: Yıkılmak.
Yıhım: Yıkım.
Yıkanmamış kaşık gibi: Olayla ilgisi olmayanların söze karışmasına ilişkin söylenmiş bir Ahlat deyimi.
Yıldız kulağına gurguşun: İşler yolunda giderken olumsuzluk istememe sözü.
Yımırta: Yumurta.
Yırgalamak: Sallamak, çalkalamak.
Yırğalanmak: Silkelenmek, sallanmak.
Yırğat: Tarım işçisi, ırgat, işçi, amele.
Yırğatlıh: Irgat olma durumu.
Yırlamah: Türkü söylemek.
Yimişah: Yumuşak.
Yir: Yemek yeme eylemi.
Yirem: Yiyorum.
Yiyir: Yemek yiyor.
Yoğun iğne: Yorgan iğnesi.
Yoğurtyemez: Ahlat’ta bir köy adı.
Yoh: Yok.
Yohluh: Yokluk.
Yohsa: Yoksa.
Yol çati: Yol ayrımı.
Yol görsetmeg: Yol yöntem göstermek.
Yola düşmeg: Gidilecek yöne doğru hareket etmek.
Yola salmak: Yolcu etmek, yolculamak.
Yolpah: Minder.
Yolüsdi: Yolun hemen kenarı.
Yon görmeg: Layık görmek, uygun bulmak.
Yon: Yolmak, yontmak.
Yonma daş: Yontma taş.
Yonmah: Yolmak yerinden sökmek, yontmak.
Yordamınan: Yöntem, usul.
Yorğan: Yorgan.
Yömye: Günlük ücret, gündelik.
Yugarlah: Yuvarlak.
Yuğarlanmah: Yuvarlanmak.
Yuğhi: Uyku.
Yuha: İnce.
Yuhari: Yukarı.
Yuhuluh: Uykulu olma hali.
Yulduz: Yıldız.
Yumah: Yumak.
Yumurtali çig küfte: Bulgur ve yumurta ile yapılan bir tür Ahlat çiğköftesi.
Yun: Yün.
Yun egirmeg: Yünden iplik yapmak için teşi denilen aleti çevirmek.
Yunuslar: Ahlat’ta bir aile lakabı.
Yurd: Yurt, vatan.
Yuvadami: Ahlat’ta bir köy adı.
Yuymak: Yıkamak.
Yügürmek: Bebeği yatırmak için hafifçe sallamak.
Yükli: Hamile, gebe.
Yüklük: Yer yataklarının toplanıp bırakıldığı yer.
Yüngül: Hafif.
Yünük: Az, kıt, inik.
Yüz: Yön, taraf.
Yüznumara: Tuvalet, abdesthane.
Yüzük Oyunu: Evlerde eğlenmek için oynanan bir tür iddia oyunu.
Zırza: Kapı kilit yuvası ve sürgüsü veya çengeli.
Zafddetmek: Önlemek, önüne geçmek, engel olmak.
Zafdolmah: Engellenmek.
Zagon: Ahlak anlayışı (zagonu geniş).
Zağgi: Ahlat’eski bir köy adı.
Zahar: Sanki herhalde, öyle, ihtimalki.
Zahre: Yemeklik tahıl.
Zalım oğli zalımın gızi: Övgü ve abartma anlamında bir deyim.
Zalım oğli zulumat: Zalim, zulümkar anlamında bir deyim.
Zalım: Zalim.
Zamazingo: Mekanizma.
Zangadanak: Birdenbire, aniden.
Zank: 1-Bir taş çeşidi. 2-Taşın değdiği yerden çıkan ses.
Zaplamah: Uygunsuz yollarla ele geçirmek.
Zapter: Öküz arabasının dengesinin bozularak başının yukarı kalkması.
Zaptiye: Osmanlı döneminde, yurtta güvenliği sağlamakla görevli askeri polis örgütü.
Zarb: Darbe, vuruş.
Zarıldamak: İnlemek.
Zarınci: Ağrısı, sızısı olan, yatalak hasta.
Zat: 1-Bulgur pilavı. 2-Kişi.
Zay zehir olmah: Heba olmak.
Zebellah: Kocaman büyük iriyarı, biçimsiz.
Zebze: Sebze.
Zebzeci: Sebze satan kimse, manav.
Zeğfiran: Çok acı bir madde, zehir gibi.
Zeher: Zehir.
Zehmetli: Zahmetli, yorucu, sıkıntılı.
Zelzele: Deprem.
Zemheri: Çok Soğuk Hava.
Zencir: Zincir.
Zerdali: Kayısı.
Zerzevat: Her türlü eşya.
Zet yaği: Zeytinyağı.
Zet: Siyah zeytin.
Zete: Zaten.
Zevalli: Zavallı.
Zeyerek yaği: Çıra yakmakta kullanılan susam yağı.
Zıbarmah: Uzanıp yatmak.
Zıbın: Bir tür bebek giysisi.
Zıggım: Beğenmediği davranış veya söze karşı verilen tepki sözü.
Zığağ(Zığak) : Eskiden Ahlat’a bağlı şimdi ise Tatvan ilçesine bağlı eski bir köy adı.
Zıkgınabud: Acele edip çağırana verilen cevap.
Zılgıt: Tizden nara atmak.
Zıngılav: Çan, zil.
Zırçıhti: Yaramaz, ele avuca sığmaz.
Zırho: Sersem, budala.
Zırıgci: Yaprakları küçük ve ekşimsi olarak yenebilen bir tür yabanıl ot.
Zırıkçi: Çok meyve tutmuş ağaç.
Zırlamak: Çok konuşmak.
Zırnıh: Bir tutam.
Zırto: Serseri, budala, ahmak.
Zırt pırt: İkide bir.
Zırttapoz: Patavatsız, saygısız, utanmaz.
Zırza: Kapı kilit yuvası ve sürgüsü veya çengeli.
Zırzop: Hayta.
Zıvga: Bir çeşit şalvar.
Zibidi: Parasız, işsiz, başıboş.
Zibil: Çer, çöp, toz, pislik.
Zibo: Uzun.
Zifiri: Kapkaranlık.
Zigge: İnek, eşek gibi ahır hayvanlarını dışarıya bağlarken yere çakılan demirden kazık.
Zigil: İnanışa göre kurbağa ile temasta insan vücudunda çıkan sivilce türü.
Zili: Kilim, renkli uzun yolluk.
Zilif: Çalı, bitki süpürgesi.
Zilve zilve: Parça parça.
Zindan: Tırpanın yıpranan ağzını düzeltmek için üstünde dövüldüğü demir.
Zinde: Zindan, Sahil Kalesi’nde bulunan eski hapishane.
Zive: Gönye.
Zivelemeg: Taşı gönyelemek, gönyeyi ayarlamak.
Ziyankar: Zarar veren.
Ziyarat: Türbe.
Zobba: Sopa.
Zoğ: Yüksekteki meyveleri dökmek için kullanılan uzun ağaç sopası. Çarık yapmak için kesilen deri parçası.
Zol: Çarık yapmak için kesilen gön, parça deri.
Zollama: Hayvan derisini yüzme işi.
Zolum: Yeni yüzülmüş ham hayvan derisi.
Zomp: Büyük demir çekiç (balyoz).
Zonklamah: Yara sızısı.
Zoppa: Dayak atmak, dövmek.
Zortlamah: 1-Birden bire kalkıp gitmek. 2-Hayvanların yellenmesi. 3-Batırmak.
Zortto: Sulu şaka yapan kimse.
Zot atmah: Parça atmak.
Zöhre: Yıldız.
Zöhür: Sahur.
Zu: Tüllür, değenek oyununun cezası (oyunu kaybeden bir nefeste bir mesafe zu çağırması gerekir).
Zukgum: Zıkkım, zehirli bir bitki, ağu, zehir.
Zulum: Zulüm.
Zulumkar: Zulüm eden, zalim.
Zurnaçi: Zurna çalan kimse.
Zübbe: Kibirli, kendini beğenmiş, züppe. (Genelde gözü dışarıda erkekler için kullanılır).
Zürgar: Rüzgâr.
Züriyet: Bir babanın çocukları, soy sop, nesil.
Yazar: Güven AYBER